Alman düşünür Immanuel Kant, 1700’lerin sonunda Königsberg Üniversite’sinde öğrencilerine insan yaşamının evrendeki her şeyden daha kıymetli olduğunu anlatırken dünya pozitivist bir “aydınlanma” döneminden geçiyordu. İnsan potansiyelinin dünyayı en verimli ve güzel haline getirecek potansiyele sahip olduğu inancı 20. yy. a kadar hem bilimsel gelişmelerin hem de doğa tahribatının en yüksek seviyelere ulaşmasına neden oldu. 20. yy. nin ortalarına doğru dünyadaki bütün kaynakların insan gelişimi için kullanılamayacağı ve insanın, dünyanın diğer bütün sakinleri gibi yaşaması gerektiği düşüncesi post modern ekoloji (bknz. Ekofeminizm) ekolünü geliştirdi. Akademik araştırmalar ve söylemler de bu ekol doğrultusunda değişti.
Rusya doğumlu ekoloji uzmanı Eugenia Bragina, SSCB’nin dağıldığı dönemde bir araştırma başlattı. Ülkelerin siyasal kargaşalarının doğayı ve hayvanları nasıl etkilediğini anlamaya çalışan Bragina, SSCB’nin dağıldığı 1991 yılının on yıl öncesi ve sonrasını kaplayan zaman diliminde Rusya topraklarındaki yaban hayatının nasıl değiştiğini analiz etti. Araştırmanın sonuçları 1990’larda yaşanan politik kargaşanın yasadışı avlanmayı arttırdığını, otlak görevi gören tarım alanlarının azaldığını ve yabani hayatı koruyan yasal düzenlemeler uygulanmadığı için yaban domuzu, boz ayı ve sığır sayılarında 1991’den itibaren hızlı bir düşüş olduğunu gösterdi. Hâlihazırda Carolina Eyalet Üniversitesi’nde çalışmalarını sürdüren Bragina, kargaşa dönemlerinde hayvan türlerinin korunması için yasal düzenlemelerin yapılması gerektiğini savunuyor. Yabani hayatın korunması için devletlerin aldığı kararlar ne yazık ki yeterli değil; uluslararası dayanışmaya kesinlikle ihtiyaç var. Milli çıkarlar ne yazık ki ekolojik sürdürülebilirliğe katkı sağlamıyor.
Uluslararası Göç Örgütü, 2050 yılına gelindiğinde iklim değişikliği nedeniyle yerinden edilen kişi sayısının 200 milyonu bulacağını söylüyor. 2050’de bu sayı dünya nüfusunun %18’i olacak. Şu anda bu sayı 60 milyon civarında. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’na göre önümüzdeki 60 sene içerisinde dünyada eşitsizliklerden, iklim değişikliğinden ve yer değiştirmeden etkilenmeyecek bir insan bile yok. Yani bu ekolojik ve sosyal krizlerin kendi hayatlarımıza etkisini öyle ya da böyle göreceğiz. Bu, devletler ve dolayısıyla milletler üstü bir durum. Artık bu eşiği insan bazlı ya da insan odaklı düşünce ile aşamayacağımız net. İnsanların, her türlü kaynağı bitmeyecekmiş gibi tükettikleri de bir gerçek. Araştırmalara göre gezegenimizde üretilen gıdanın yaklaşık üçte biri çöpe gidiyor. Bu miktar, dünya üzerinde aç yaşayan 2 milyar insanının gıda ihtiyacını karşılayabilecek kadar fazla. Bu skandal gerçeği değiştirmek için girişimler olsa da (ülkemizde ‘Fazla Gıda’ gibi) ne yazık ki yeterli değil.
Kaynak açısından bakarsak, 1990 yılından beri ekin çeşitliliği %75 oranında yok olmuş durumda. Gıda ve Tarım Bitki Genetik Kaynakları Uluslararası Antlaşmasının ön sözünde de belirtildiği gibi “hiçbir ülke mevcut bitkisel genetik kaynaklarıyla kendi kendine yetebilecek durumda değil.” Yani ülkeler aç kalmamak için prensipte iş birliği içinde bulunmak zorundalar. Devletler, kendilerini döndürmek için yeterli kaynağa ve dolayısıyla güce sahip değiller. Savaşların da barışların da nedeni bu. Bütün uluslararası ilişkiler iletişiminin bu bilinç doğrultusunda düzenlenerek şu anki parodi noktasından ileri gidilmesi gerekiyor. Yani doğal kaynakların gelecek nesillere kalması için de ülke bazlı politikalar yeterli olmuyor. Bu noktada uluslararası ilişkilere ontolojik olarak ihtiyaç duyuluyor.
İnsanoğlu; beynini daha çok kendi çıkarı için çalıştıran, kendi çıkarıyla çatıştığından diğer tüm canlıların durumunu yok sayan bir canlı türü. Ama artık kendimizle yüzleşip bulunduğumuz noktadan ilerlememiz gereken bir durumdayız. Az ile yetinmeli, tükettiğimiz her şeyin sorumluluğunu almalıyız. Bunu ne saf teknolojik gelişmelerle ne de bilimsel dönüşümle yapabiliriz. Burada esas olan, tam anlamıyla, niyet. Kurumsal ismiyle misyon ve vizyon. Süregelen tartışmaların tümünü ekonomi (insan) bazlı değil ekoloji (çevre) bazlı düşünceye evirmeliyiz. Bunun tam olarak kırılma noktasındayız. Ve bu medyanın anlatmayı tercih ettiği iklim değişikliği sorunundan çok daha öz bir mesele. Sonsuz olduğunu düşündüğümüz gıda ve su kaynaklarımızın bitebileceğinin ve bizim sorumsuz tüketimimizin bunun temelinde yattığının son 40 senedir farkındayız. Fakat nedense bunu bilmemize rağmen anlayıp kolektif bir şekilde çözüm üretemiyoruz. Çünkü birlikte çalışmadan da sorunlarımızı çözebileceğimizi düşünüyoruz. Yanılıyoruz.