Küresel düzeyde, eğitimin anlamı, maliyeti ve ekonomik değerine ilişkin bir dönüm noktasına gelmiş durumdayız. ABD’de son kırk senede üniversite mezunu olmayanların reel geliri yüzde 12 düşmüş, üniversite mezunlarının reel geliri ise yüzde 14 artmış. Esas ilginç olansa üniversite mezunları arasındaki farklılaşma. Üniversite mezunlarının en çok kazanan onda birinin geliri yüzde 34 artmış. Aslında “iyi” kazanmak için “iyi” bir üniversiteye gitmek gerekiyor. Herhangi bir üniversiteye gitmenin maddi etkisi sınırlı. Ancak bir de “statü” etkisi var. On yıllardır toplum olarak “okumuş olma”ya verdiğimiz değer, bilişsel işlerde eğitim görmüş kişilerin hayattaki başarılarının “hak edilmiş” olduğuna dair toplumsal kabulü de beraberinde getiriyor. Eğitime verilen bu değere koşut olarak eğitimin maliyeti de artıyor. Son olarak, yine son kırk yılda OECD ülkelerinde eğitimin reel maliyeti yüzde 50 artmış (Karşılaştırmak için giyim kuşam ve mobilya maliyeti de yüzde 30 düşmüş).
Oysa yapay zekanın gelişmesi, birçok bilişsel işin görülmesi için insanlara gerek kalmaması sonucunu doğuracak. Bu her ilde üniversite hedefiyle açtığımız 200’den fazla üniversitenin mezunları, aldıkları eğitimle piyasadaki talep arasındaki uyumsuzluğun sıkıntısını daha şimdiden yaşıyor. Bu konuda geçen hafta GYİAD güzel bir rapor yayınladı. Raporun yazarı değerli dostum Can Selçuki’nin görüşlerini aldım. 18-30 yaş arasındaki gençlere yönelik yapılan saha çalışmasına göre, toplamda yüzde 26 olan işsizlik, üniversiteden yeni mezunlar arasında yüzde 37’ye çıkıyor. İşsizlerin çoğu “masabaşı” işleri tercih ettiklerini söylüyor. Yüzde 63’ü ise sadece yol ve yemek parasına bir iş bulsa çalışmaya hazırım, demiş. İşgücü piyasasındaki taleple, statüye dayalı eğitim sisteminin yetiştirdiği profil arasındaki uyumsuzluk hazin sonuçlar doğuruyor.
Hem işsizlik problemini çözebilmek hem de toplumsal eşitsizlikleri azaltmak için yapmamız gereken “el ile” ve “kalp ile” yapılan işlere önem vermek. İnsani yönü ağır basan işlerin yapay zekaya karşı ayakta durması doğal. İnsani işlerin değerini COVID-19 sırasında bir kez daha gördük. Sağlık hizmetleri bilişsel işlerle insani ilişkilerin bir araya gelmesinin en güzel örneği. Polonya, Macaristan, Çekya gibi ülkeler; doktorlar, hemşireler, ebeler gibi sağlık personelleri Batı Avrupa’ya göç ettikleri için COVID-19 sırasında “ülkenize dönün” çağrısı yapmak zorunda kaldı. Bizim sağlık personelimiz için de serbest dolaşım olsa durum farklı olur muydu? Mecburi hizmet sorunsalı, şiddet ve COVID-19’un meslek hastalığı bile sayılmadığını düşününce zor. Uzaktan sağlık uygulamaları da yaygınlaştıkça bir sonraki salgında biz de aynı sorunu yaşarsak şaşırmayın.
İnsani ilişkiye dayalı işlerin çoğu “bakım ekonomisi” içinde. Türkiye’de bakım işlerinin küçük bir kısmı ücretle yapılıyor. Kalanıysa ev işi olarak kabul ediliyor. Ücretli yapılanların önemli bir bölümü kayıt dışı göçmen çalışanlar ile görülüyor. Ne kadar görülebilirse. Eğer okul öncesi çocuk bakımını OECD standartlarına ulaştırsaydık, bu işe harcanacak 3 milyar dolar ile 720 bin yeni iş ortaya çıkacaktı. Aynı yatırımı inşaat sektörüne yaptığınızda 290 bin kişiye istihdam sağlanıyor. Onların da çoğu düzensiz ve sigortasız oluyor. Hani inşaat istihdamın motoruydu?
Gerek yaşlı, gerekse çocuk bakımı geleceğin en büyük istihdam kaynaklarından biri olarak görünüyor. Ne var ki bunlar “masabaşı” işler değil. “Okumuş adam” bu işleri yapar mı? Demek ki önce bu statü algısını çözmek lazım. İlk adım olarak lise ve meslek yüksek okulu mezunlarının askerlik süresini üniversite mezunları ile eşitlesek iyi olmaz mı?
Bu yazı alıntıdır.