Yeşil Mutabakat gündemi, Avrupa birliği açısından bakıldığında, bu yılın Temmuz ayında açıklanan “55’e Uyum” (Fit for 55) paketi ile birlikte somutlaşmaya başladı. AB’ye ithal edilen ürünlerin sınırda nasıl bir karbon uyumlaştırması mekanizmasına (Carbon Border Adjustment Mechanism-CBAM) tabi tutulacağını, daha açık bir ifadeyle nasıl sınırda karbon vergisi uyumu sağlanacağını böylece görmüş olduk.
Hatırlayacaksınız kendi ETS’si olan, karbon emisyonlarını zaten bir biçimde vergileyen ülkelerin tahsil ettiği vergiler, ithal mal AB’ye girerken mahsup edilebilecekti. Ama ilgili ülkede böyle bir düzenleme yoksa, vergi doğrudan sınırda AB’ye ödenecekti. Hatta bunun için “Karbon fiyatlaması sistemi tasarlamanın zamanı gelmedi mi?” diye sorduğumu da hatırlıyorum
Buraya kadar ilginç değil. Zaten yapacağız demişlerdi. Yaptılar. Söyledikleri gibi yaptılar üstelik. İlginç olan bu hadise karşısında Çin ve Türkiye’nin verdiği farklı tepkiler aslında. Çin, bu adıma Temmuz ayında kendi ETS sistemini kurup işletmeye başlayarak tepki verdi. Ne yaptı? AB’ye ithal edilen ürünlere konacak vergiyi kendisi toplamak için bir adım attı.
Türkiye ise, “ben şimdi bu mesele dahil, bir dizi konuyla ilgili olarak hazırlık yapmaya başlıyorum” mealinde bir açıklama içeren “Yeşil Mutabakat Eylem Planı”nı açıkladı. Bu arada, yıllar önce kurulmuş olması gereken “Yeşil Mutabakat Çalışma Grubu”nu da nihayet kurdu.
Çinliler yaptı. Biz konuştuk. Türkiye söz konusu olduğunda daha ortada bir şey yok. Çin’de 2600 firmayı kapsayan bir ETS kurulup, işletmeye alındı. Bundan sonra kapsamını adım adım genişletirler. Neden böyle? İlk önce oradan başlayayım bugün.
Tahminlerinizin hiçbirinin isabetli olmadığı artık ayan beyan görünür oldu
Türkiye iklim değişikliği gündeminin yeşil mutabakat ile harekete geçtiğinin farkına bir türlü varamadı bana sorarsanız. Paris İklim Anlaşması konusundaki ayıplı tavrı da aynı nedenden kaynaklanıyor. Bir şey bildiğimizden değil. Olanı biteni kavrayamadığımızdan yalnızca. Hal böyle olunca, küresel oyunda, oyuncu değil, seyirci olmaktan başka bir imkan kalmıyor. Acıklı aslında.
Türkiye’de bu konu ile ilgili karar vericilerin yaptıkları tüm tahminlerin isabetli olmadığını böylece görmüş olduk. Yeşil Mutabakat gündemi ilk şekillenmeye başladığında önce “Durun bakalım. Bu durum, Dünya Ticaret Örgütü kurallarına aykırı” dediler. Hatta ben “Gümrük Birliği’ne aykırı bu olmaz” diyenini de duydum. Ne oldu? Öyle olmadığını gördük.
Sonra “Durun bakalım, AB ülkeleri böyle bir düzenlemeye kendi aralarında karar veremezler” dediler. Program giderek somutlaşmaya başladı. En son “Evet, Çin dahil herkes karbon emisyonlarını azaltmak için adım atıyormuş gibi yapıyor ama uygulamayacaklar en sonunda“ dediler. O da şimdilik oluyormuş gibi durmuyor. Ayrıca kimse verdiği sözü tutmak zorunda değil. Biz dahil. Ama herkes hareket halinde bir tek Türkiye kaskatı olduğu yerde. Neden? Garip işte.
Çinliler bizimkilerden daha iyi takip ediyorlar dünyada olup biteni. Ben iklim değişikliği gündemi söz konusu olduğunda oralardan “Batı emperyalizmi bize diz çöktürtmek için oyun yapıyor” diye bir açıklama duymadım doğrusu. Atlantik’in iki yakasında yeni bir ticaret bölgesi şekilleniyor ve Çin değişene intibak ederek, pazarlarını korumaya çalışıyor.
“Çin, Sovyetler Birliği gibi değil” dediğim hep bu. Çin küresel ekonominin ayrılmaz bir parçası. Küresel ekonomi iki motorlu bir uçak gibi. Biri Çin, diğeri Amerika. Küresel toparlanma, Çin olmadan mümkün değil. Nokta.
Bakın şimdi Çinliler ilk aşamada kömür ve doğal gazdan elektrik üreten 2600 şirketi kurulan ETS içine aldıklarını açıkladılar. Nedir? Kirletenler artık karbon emisyonu için ton başına bir ücret ödeyecek. İlk belirlemelere göre ton başına 7,5 dolar bu ücret şimdilik.
Mertebeyi şöyle aklımıza yerleştirebiliriz. Türkiye’nin, 55’e uyum kapsamında 2026’dan itibaren yıllık 771 milyon Euro vergi ödemeye başlaması gerektiğine ilişkin hesap demir-çelik, alüminyum, çimento, enerji ve gübrede ton başına verginin 50 Euro olacağı varsayımına dayanıyor. Tüm sektörlere genişletirsek, yılda AB’ye sınırda ödememiz gereken vergi, ihracatımız aynı kalırsa, yaklaşık 2 milyar dolar olacak. Üstelik karbon maliyeti güncel AB ETS fiyatlarına göre belirlenecek. Fiyatlar 2021 yılı başında 30 Euro civarındaydı, bugün 60 Euro’nun üzerinde. 2026’yı siz hesap edin.
Nedir bu? İhraç mallarımızın fiyatını artırarak Türkiye’nin rekabet gücünü olumsuz etkileyecek bir maliyet elbette. Çin bunu nasıl yöneteceğini düşünerek 2017 yılından beri hazırlıklarını sürdürdüğü ETS’yi işletmeye başladı. Biz daha olmayacak duaya amin diyerek bekliyoruz. Türkiye’de de hazırlıklar var ama hareket yok. Fark burada.
Ya tahminlerinin hiçbiri isabetli olmadığı halde hala pozisyonunda direnenler var ya da her zamanki gibi işin sahibi yok, mesele öksüz. “Neme lazım başıma iş almayayım şimdi” lobisi güçlü gördüğüm. Harekete geçme iradesi neden şekillenmez? Herhalde idari sistemin politika tasarımı ve karar alma kabiliyeti çok aşındığı ya da yeterince esnek ve güçlü olmadığı için. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi böyle işte. Ne diyeyim?
Yeşil Mutabakat, Türkiye’nin AB’ye entegrasyon biçimini değiştirecek
Halbuki yeşil mutabakatın en çok Türkiye’yi etkileyeceğini biliyoruz. Yapılan ilk çalışmalar zaten böyle diyor. Ama bunun dışında mantıklı bir biçimde düşünürseniz, vaziyet böyle. Türkiye AB ekonomisinin ve hatta G7 ekonomisinin ayrılmaz bir parçası. İhracatımızın yüzde 60’ı G7 ülkelerine gidiyor.
Oraya gitmesin başka ülkelere gitsin derseniz, yalnızca Türk sanayiinin teknolojik sıçrama yapma kabiliyetini olumsuz etkiliyorsunuz. Neden? Atlantik’in iki yakasındaki ülkelere daha bilgi yoğun, sofistike mallar satıyoruz. Şimdi AB kendi ekonomisini yeniden yapılandırıyorsa, Türkiye’nin AB ekonomisine entegrasyon biçimini de yeniden düşünmemiz gerekiyor.
Nasıl? Mesela AB ülkelerinde bu ara yeşil hidrojen üretimi tartışılıyor. Yeşil hidrojen, doğal gaza eklendiğinde karbon emisyonlarını azaltıyor, hatta giderek hidrojenin bir yakıt olarak kullanılması da mümkün. Türkiye, yeşil hidrojen üretimi için uygun bir yer olabilir. Hem AB’ye yakın hem siyasi istikrar var hem de zaten AB’ye doğru uzanan doğal gaz boru hatları, Güney Akım mesela, Türkiye’den geçiyor. Buradan o hatta hidrojen ekleyip, doğal gazı seyreltmek mümkün.
Şimdi AB’de araştırma merkezleri harıl harıl neresi olur diye bakıyor. Geçen gün bir araştırma enstitüsü direktörü anlatıyor. “Yeşil hidrojen üretimi için Fas seçilebilir ama siyasi istikrar sorunları çok belirgin. Avustralya ve Şili olabilir ama çok uzak, taşıma maliyeti var. Norveç ya da İskoçya’da olabilir AB açısından. Ama Türkiye neden olmasın?” Peki, var mı Türkiye’de böyle bir hazırlık? Yok. Olmalı mı? Evet. Bu sonuçta hepimizin geleceği. Teknoloji gelişirken, buradaki araştırma laboratuvarları? Bekliyor.
Üstelik bu daha işin başı. Olup bitenleri bir perspektife yerleştirmekte fayda var. Birincisi ortada CBAM var. Şimdilik birkaç sektörde uygulama başlıyor. Ama yakında, eminim daha 2026’ya gelmeden AB’de bir CBAM otoritesi oluşacak ve her tür ithal mal ve hizmetin karbon ayak izi değer zinciri dikkate alınarak hesaplanmaya başlanacak.
Siz bir an önce kendi mallarınız için karbon ayak izi hesaplamaya başlamazsanız, onların hesabını tartışamayacaksınız bile. Tartışmanın içinde olmak dışında olmaktan her zaman daha iyi. Ama burada birileri isabetsiz tespitlerinin hesabını vermedikleri gibi bir de her şeyin en iyisini hala bir tek kendilerinin bildiğini zannediyorlar.
İkincisi, hadise ithal mallara sınırda vergi ile sınırlı değil. Ürün standartları yeniden yazılıyor. Yeni ürün standartları içinde karbon ayak izi olmazsa olmaz koşullar arasına eklenecek. Hadiseye dinamik olarak bakmakta fayda var.
Yolsuzlukla mücadele de paketin parçası aslında
Üçüncüsü, değer zinciri işleten şirketler için “gereken özeni gösterme” (due diligence) yasaları peş peşe çıkıyor. Nedir? Değer zincirlerinde hem karbon ayak izinin büyüklüğünü hem de insan hakları ihlallerini dikkate almak konusunda ilgili şirketin gereken özeni göstermesi kural oluyor? Ne olur? Değer zincirlerinin yeniden yapılandığı bu dönemde yeni doğrudan yabancı yatırım istiyor muyuz, istemiyor muyuz? İstiyorsak neye uymamız gerektiği ortada.
Bu kadarla kalır mı? Hayır. Gereken özenin gösterileceği alanlardan biri de ülke içi yolsuzluklar olacak çok yakında. Bu yılın Haziran ayında Amerikan Başkanı Yolsuzlukla Mücadelenin temel ulusal güvenlik önceliği olduğunu açıklayarak, bu amaçla bir bakanlıklar arası değerlendirme komisyonu kurdu.
Zaten Mart ayında yayımlanan Amerikan Geçici Ulusal Güvenlik Stratejik Yönlendirme Belgesi (Interim National Security Strategic Guidance Document) yolsuzlukla mücadelenin önemine vurgu yapıyordu. Şimdiden haber vermiş olayım. O da yolda.
11 Eylül’ün getirdiği şaşkınlık dönemi artık bitiyor
Türkiye’nin sorunu kararsızlığı aslında. Hiçbir politika pozisyonu açıklamadan beklediğinizde, şirketleriniz, tüm kurumlarınız, araştırmacılarınız, iş insanlarınız bekliyor. Halbuki bir an önce adım atmamız gereken bir süreci içindeyiz. Atlantik’in iki yakasında biçimlenmekte olan yeni üretim ve ticaret bölgesi ile birlikte, Soğuk Savaş sonrası başlayan ve yirmi yıl önceki 11 Eylül saldırısı ile belirginleşen şaşkınlık ve travma dönemi sona eriyor, bana sorarsanız.
Aslında şaşkınlık dönemi Soğuk Savaş’ın bitişi ile birlikte başlamıştı. Berlin Duvarı, 9 Kasım 1989’da yıkılmıştı. Ben o sırada Philadelphia’da hastanede yatıyordum. Sonra 11 Eylül 2001’de New York’taki İkiz Kulelere saldırı geldi. Hatırlıyorum, merkez bankasındaki odamda biraz sonra başlayacak olan IMF toplantısına hazırlık yapıyordum. Şaşkınlık dönemine travma böylece eklendi. Herkes Soğuk Savaş’a göre örgütlenmişti. Dünya birden değişiverdi. Her ülkenin küresel sisteme kendi entegrasyon biçimlerini yeniden tanımlaması gereken bir dönem başladı. Ama ortada bir yeni küresel sistem yoktu. Şimdi oluşum halinde bir yeni sistem var: Yeşil Yeni Mutabakat.
Bu ara dönemde, bir nevi, fetret döneminde, Avrupa’da 1963’te Ankara Anlaşması ile başlayan sürece dayalı olarak Gümrük Birliği’nden söz ettiğinizde, masada birisi mutlaka “Soğuk Savaş şartlarında verilmiş sözler, yapılmış anlaşmalar bugün ne kadar geçerli olabilir” derdi. Şimdi öyle değil. Gümrük Birliği Modernizasyonu Türkiye’nin Yeşil Mutabakat sürecine intibakını, AB ile yeni entegrasyon biçimini tanımlamayı amaçlıyor dediğinizde, şimdi dinleniyorsunuz.
Türkiye’nin bu dönemde genişleyen imkanlar setini yakında biraz uzun anlatmakta, tartışmaya açmakta fayda var. Hem Yeşil Mutabakatın jeopolitik sonuçları hem de Afganistan’daki gelişmeler, 21. Yüzyılın, müslümanların çoğunlukta olduğu ülkelerin küresel sisteme entegrasyonu dönemi olduğuna işaret ediyor bence. Burada en büyük görev Türkiye’ye düşer. İşimiz var. Değişeni idrak etmekten korkmazsak eğer. İsabetsiz tespitlerin beslediği inadı bir kenara bırakırsak.
Bu yazı alıntıdır.