Bir parçası olduğum yaşını başını almış insanlar grubu “hey gidi eski günler” konusunda ağız birliği ederler. Nostalji genelde gittikçe daha fazla hayatın bir parçası olmaya başlar. Ergenlik çağımda ailenin ve çevremizin en kıdemli üyelerinin “İstanbul eskiden böyle miydi, yahu?” nidalarından bana o kadar sıkıntı gelmişti ki, kendim o çağlara geldiğim zaman bu şikayetlerden kendimi uzak tutacağıma söz vermiştim. Galiba, şimdilik hala o sözü tutuyorum. Matt Ridley’in deyimiyle “rasyonel iyimser” olmayı kendi kendime ilke edinmeye çalıştım.
Eğer gerçekte Sokrates’in kendini öldürmesine neden olan “dünya gittikçe bozuluyor” iddiası gerçek olsaydı, insanların ömürleri bu kadar uzamaz, bebek ölümleri azalmaz, ortalama gelir düzeyi 2000 yıldır aynı düzeyde kalırdı. Satır aralarına baktığımız zaman dünya tarih boyunca hızla gelişmeye devam etti. Etmeye de devam edecek.
Yine de Sokrates dönemiyle aynı olmasa da dünyamızı bekleyen küresel tehlikeler yok değil. “Dünyanın en büyük sorunları nedir?” diye biraz etrafımızdaki biraz mürekkep yalamış insanlara sorduğumuz zaman, birkaç tane ortak görüşle karşılaşıyoruz.
Bu sorunların bir tanesi, genellikle gittikçe artan bir şekilde bilgisizliğin, eksik bilginin, yanlış bilginin veya bilinçli olarak kullanılan manipülatif bilginin getirdiği huzursuzluklar. Özellikle sosyal medyanın yayılmasıyla birlikte önüne geçilemeyen bilgi akışı, özellikle son yıllarda dünyanın her yerinde çeşitli farklı kılıklara bürünerek gittikçe daha fazla karşımıza çıkıyor. Bugünkü manipülatif bilginin kullanılma şekli, Nazi döneminin propaganda üstadı Goebbels’i gölgede bırakacak hale geldi.
Bir diğer sorun gelir dağılımının bozulması. Geçmişi daha eski günlere dayanıyor ama özellikle son yıllarda kendini çok daha fazla belli etmeye başladı. Soruna “soğuk savaş” döneminde özellikle kaba bir şekilde yaklaşıldıysa da Sovyetler’in çökmesiyle son yıllarda daha belirgin bir şekilde ortaya çıktı.
Gelir uçurumunun gittikçe artması, her zaman bir sorun olarak devam etti. Ama geçmişle en büyük fark eskiden çok fazla kişi bu sorunun farkında değilken,bugün Afrika’nın en ücra köşesindeki insanlar dünyanın en zenginlerini çok iyi biliyorlar. Nasıl zengin olduklarını biliyorlar ve buna göre de nefretlerini yönlendirebiliyorlar.
Ancak sorunların şampiyonluğunu “iklim sorunu”nun taşıdığı da artık bir gerçek. Çözüm için çok farklı öneriler getiriliyorsa da düşünme tembellerini bir kenara bırakacak olursak bu bilinç gittikçe daha fazla görülmeye başlandı. Dünya Ekonomik Forum’u yaptığı “küresel risk” anketinde en üst sırada iklim değişimi ve ilişkili sorunlar yer alıyor.
Bahsettiğimiz küresel sorunların hemen hepsinin aslında neredeyse 200 yıldır yaşadığımız ve belki de (internetin hayatımıza katılmasıyla) bir sonraki aşamaya geçtiğimiz endüstri döneminin kötü bir mirası olarak algılayabiliriz. Endüstri döneminin kurumlaşma ve taş üstüne taş koyma şekli, dünya nüfusunun büyük bir kısmını gelişmiş düzeye getirdi ve ekonomilerinin büyümesini sağladı. Buna karşılık da dünyanın kaynaklarından bedel ödetti, ilişkileri içinden çıkılması çok zor bir şekilde karmaşıklaştırdı.
Beyaz sayfa açabilmek çok zor ama yine de artık toplumlara düşen görev geçmişin getirdiği aymazlıklardan kurtularak geleceği kurtarmak adına küresel misyonları benimsemek. Mücadelenin büyük bir kısmı da endüstri dönemi mirascılarının oluşturdukları modeller olacaktır. İnovatif yolları açan, dinamik, geleceğe dönük, çağdaş kurumlar yaratılmadığı sürece rekabette çok zorlanılacak, onu da bilelim…