“İş hayatının, her türlü beşeri alışverişin olmazsa olmazı, karşılıklı güvenin tesis edilmesine dayanıyor; güvenin maliyeti ise hala çok yüksek.” Bu sözler, Eczacıbaşı Holding Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Faruk Eczacıbaşı’ya ait.
Benzeri endişeyi, Financial Times’ta her öğlen çıkan keyifli yazılarından takip ettiğimiz, Norveç merkezli think-tank “Liberalt Laboratorium” (Liberal Laboratuvar) kurucusu ve ekonomist Martin Sandbu da kısa süre önce dile getiriyor. Sandbu, Yann Algan ve Pierre Cahuc’un 2010 tarihli makalelerine verdiği referansla, şayet bu ülkelerde de bireyler arası güven, İsveç’te olduğu kadar yüksek olsa idi; kişi başına düşen milli gelirin Rusya’da %69, Meksika’da %59, Yugoslavya’da %30 daha yüksek olacağını söylüyor.
Artan gelir ve servet dağılımı adaletsizliği ve nihayetinde yükselen politik popülist dalga ile yukarıdaki oranların 2010’dan bu yana artmış olması, “güven açığı”nın büyümüş olması da muhtemel. Bu minvalde Türkiye’nin de, Rusya ya da Meksika’dan çok farklı bir tablo çizeceğini düşünmüyorum:
Üstelik güven erozyonu, yalnızca gelişmekte olan ülke toplumlarında, bireylerin birbiri arasında görülen bir problem de değil; güven buhranı, gelişmiş ülkelerde de farklı biçimlerde tezahür ediyor. Edelman Güven Barometresi‘nin 2018 yılı sonuçları uyarınca dünyada her 10 kişiden 7’si yalan haberin (fake news) bir silah olarak kullanılabileceğinden endişe duyuyor. Birleşik Krallık vatandaşlarının yalnızca %12’si İnternet’in toplumun geneli için olumlu etki yarattığını düşünüyor; burada teknoloji platformları ve arama motorlarına duyulan güven, toplumun %36’sı ile sınırlı.
Mavi gezegende kurumlara duyulan güven %48 ile sınırlı iken, küresel olarak en az güvenilen kurum olarak medya/basın ön plana çıkıyor:
Buna karşın, Edelman anketine katılan 28 ülkeden 33.000 bireyin %64’ü, CEO’ların değişim için bayrağı ele almaları gerektiği, hükümetlerin adım atması beklenilirse geç kalınacağı kanısında. Benzer bir sonucu ülkemizde de görmüştük. GE, 6. Türkiye İnovasyon Barometresi sonuçlarını açıkladığında, yöneticilerin % 68’i devletin inovasyonun hızına ayak uyduramadığı için gerekli düzenlemeleri yapamadığını düşünüyordu.
Demek ki ortada hem güven açığı, hem de atalet problemi var. Çözüm de iş insanlarından bekleniyor.
Halbuki, tarih Eylül 2008, 158 yıllık bir çınar; Lehman Brothers’ın iflası ile tetiklenen “eşik altı ipoteğe dayalı varlık” krizi, ya da bugün andığımız adı ile Küresel Finansal Kriz resmen ABD televizyonlarında ilan ediliyor. Hangi Lehman? 2007 yılında rekor yüksek kar ve ciro açıklayan (bağımsız denetçisi Ernst & Young) Lehman. Dokuz ay sonra 80 yılın en büyük finansal krizi patlak veriyor…
Tarih Kasım 2008’i gösterdiğinde, Satoshi Nakamoto “Bitcoin” isimli makalesini yayınlıyor ve kurduğu sistemin tasviri mealen şöyle: “Birbirini tanıyan ve tanımayan tüm bireyler arasında, merkezi yapılara ihtiyaç duymadan, bir mutabakat sistemi kurabiliriz. Bu sistemi kurarken teknolojik imkânlardan faydalanırız. Hiç kimse bu sistemi manipüle edemez zira güvendiğimiz şey merkezi yapılar değil, matematiğin kendisidir.”
Fed eski ekonomisti Erkin Şahinöz, blockchain teknolojisini, geçmiş 500 yıllık teknolojik ilerleme ile mukayeseli değerlendirirken, şunları söylüyor: “Matbaa devrimi bilgi boşluğunu doldurdu; sanayi devrimi güç boşluğunu doldurdu; internet devrimi mesafe boşluğunu doldurdu; blockchain devrimi ise güven boşluğunu dolduracak.”
Bugün yaşadığımız dünyada ivmesine yetişemediğimiz teknoloji sayesinde ürün maliyetleri giderek aşağıya geliyor. Moore, Metcalfe, Reed hatta Bezos kanunları bize aynı şeyi anlatıyor; teknolojideki ilerleme tüketici faydasını ve refahını artırıyor. Ancak, ürün maliyetlerinin düşmesinden gelen refah artışı, işin yalnızca bir boyutu.
Blockchain; merkezi yapılar olmaksızın, güvenli ve kalıcı veri kayıtları oluşturulmasını ve saklanmasını sağlayan bir yaklaşım. Bu yaklaşım dijital teknolojileri ve matematiğin gücünü kullanıyor. Luca Pacioli’den bu zamana kullandığımız, çift yanlı kayıt tutma prensibine, matematiğin de yardımıyla bir üçüncüsünü ekliyor: güven.
Girizgahta Eczacıbaşı Holding Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı olarak andığımız Faruk Eczacıbaşı’nın bir başka kimliği daha var: Mayıs 1995’te kurulduğunda kendine çok basit bir misyonbelirleyen Türkiye Bilişim Vakfı’nın (TBV’nin) başkanlığı. Ezcümle, bu vakfın derdi, bilgi ve iletişim teknolojilerinin ülkenin verimliliğine katkıda bulunmasını sağlamak. Bugün ister Dördüncü Endüstri Devrimi diyelim, ister bilgi toplumu, gerçek şu ki dünya gittikçe hızlanan bir aşamaya girdi ve bizi de yeni bir düşünme biçimine zorluyor.
Blockchain, bu yeni düşünce kalıbının en devrimsel sonuçları olacak ürünlerinden biri. (Bkz. Blockchain 101 v.2, Ahmet Usta ve Serkan Doğantekin, 2018.) Ve bu teknolojinin anlaşılabilmesi, uygulanabilmesi için, ellerin kirletilmesi şart.
Bu sebepten, bu Vakıf 8 Haziran 2018 tarihinde bir adım attı. Blockchain teknolojisinin Türkiye’de yaygınlaşması, bilinirliği ve kullanımının artırılması, faydalarının araştırılması ve stratejik önceliklerinin saptanması gibi temel önceliklerle, Blockchain Türkiye Platformu’nu kendi himayesinde hayata geçirdi. Blockchain Türkiye Platformu (BCTR), Türkiye’de sürdürülebilir Blockchain ekosistemi oluşturarak, bu teknoloji ile yeni dönem iş yapış biçimlerinin önündeki zorlukların giderilmesine yönelik bir paylaşım platformu.
BCTR bugün, 2018 yılının son haftasına girilirken, 10’u aşkın sektörden, yerel ve küresel, alanının en yetkin oyuncularından oluşan 41 kurumsal üyeye ulaştı ve büyümeye devam ediyor.
DijitalCEO‘nun da söylediği gibi, “Blockchain getirdiği teknolojik imkânlardan ziyade, sunduğu farklı düşünce yapısı ve yeni iş modelleri ile bugüne kadarki gelişmelerden farklılaşıyor. Blockchain bir yeniden sorgulama devrimidir ve henüz blockchain konusunda hiçbir ülke ya da hiçbir şirket öne geçmiş değildir.”
Bu yüzdendir, bu konuyu çok önemsiyoruz…
Berk Kocaman, Blockchain Türkiye Platformu Direktörü