Atatürk’ten Anılar, Ord. Prof. Dr. Sadi Irmak, 1978. Sayfa. 18-19
“Bir aralık konu İstiklal Savaşı’na geldi. Binbaşılar dahil, her komutanının hangi birliği komuta ettiğini, nerede bulunduğunu – sanki bir önceki gün olmuş gibi- hatırlıyordu. O savaş ki, araç, gereç, personel kıtlığı bugün güç tasavvur edilirdi. Tümenleri binbaşılar, kolorduları yarbaylar komuta ediyordu.
Fakat bu kadro, canını dişine takmış bir ekipti. Var olmak ya da olmamak bu savaşın sonucuna bağlıydı. Böyle bir dramı, baş aktörleri yani tüm komutanlar o gece sırayla anlatıyordu. O anılar, Mustafa Kemal’i coşturdukça coşturuyordu. Anlatmalarında hiç bir abartma yoktu. Ama bu anlatış öylesine canlıydı ki, hepimiz heyecandan heyecana sürükleniyorduk. Gazi, tüm anlatışları şöyle bağladı;
– İşte büyük zafer böyle ortak bir eserdir. Şerefler de ortaktır.”
Bugün 19 Mayıs 2019. İmkansızlıklarla, zorluklarla ama hep inançla, tutkuyla, girişimci ruhla, içten yanmalı bir kadroyla başlamış bir yolculuğun 100. yıl dönümü. Baktığımız zaman, her yönüyle o zamanki ekibin bir start up ekibinden çok farkı yok. Onlar da belirsiz ve karamsar bir ortamda gözünü karartıp sıfırdan, kıt kaynaklarla başlamış, halkı dinleyip ihtiyaca göre hareket etmiş, eldeki kaynakları optimize ederek daha uzun süre dayanmış, halihazırdaki statükoya baş kaldırmış. Fakat çözmeye çalıştıkları problem çok daha büyük ve karmaşık, haksız rekabet ayyuka çıkmış, davalarını destekleyecek melek yatırımcı, VC, devlet hibesi ve AB Proje teşvikleri hak getire. Fon bulamayınca kitlesel fonlamaya başvuruyorlar. Biliyorlar ki başarısız olma lüksleri yok, bu problemi Türkiye’de çözerlerse, modelin çalıştığını bir kere gösterirlerse, özgürlüğünü kaybetmiş diğer ülkelere de ölçekleme şansları var, hayalleri büyük, etki odaklı bir iş yapıyorlar. Birbirini tamamlayan lider kadro hazır, onları takip eden, hayallerine ortak olan Kazım Karabekir gibi görev adamları da.
O ekip cephedeymiş, biz ise savaşımızı teknoloji girişimciliğinde, bilim okuryazarlığında veriyoruz. Yeni çağın Kurtuluş Savaşı Conkbayırı, Anafartalar, Sakarya, Dumlupınar’da değil İTÜ Arı Teknokent’te, ODTÜ’de, Bilim Seferberliği’nde, Bilişim Vakfı’nda, YGA’da, Endeavor’da, TÜSİAD’da, TTGV’de… Atatürk zamanında yeni alfabeyi çıkarıp eğitim seferberliğini başlatmış. Bugün ise ihtiyacımız farklı bir seferberlik. Atatürk bugün yaşasaydı, ‘’İlk hedefiniz Akdeniz’dir!’’ yerine ne derdi diye hiç düşündünüz mü? Bizce, ‘’İlk hedefiniz yapay zeka, blokzinciri, robotik, nesnelerin interneti, biyoteknoloji, yenilenebilir enerji, ilk hedefiniz kuantum bilgisayarları!’’ derdi. Ekonomik ve toplumsal refaha ulaşmak, bilgi toplumuna dönüşmek için üstel olarak gelişen teknolojileri, eğitimdeki, sağlıktaki, ulaşımdaki, enerjideki, tarımdaki problemleri çözmek için kullanın derdi. Minimum 1 milyar insanı pozitif şekilde etkileyecek, merkezinde teknoloji olan ölçeklenebilir iş modelleri kurun, ihracat yapın derdi. Dönüşümü anlayın, geleceği görün, yeni modeller bulun, geleceği yakalayın, sonra da geleceği üretin derdi. Biz Başlangıç Noktası’nda bu hedefle 1 Ocak 2018 günü, içinden geçtiğimiz büyük dönüşüme farklı bir gözlükle bakan, sorunlara çözümsüzlükle karşılık vermek yerine, çözümün parçası olmayı seçenlere yol arkadaşlığı vadeden, yenilikçi bir sosyal platform, geleceğe dönük bir think-tank kurmak üzere kollarımızı sıvadık. Kısır gündemde körelmiş, umudu azalmış, yurtdışına nasıl kaçarız diye düşünen insanlara burada iyi şeylerin de olabileceğine dair umut vermek istedik. İnternet-sonrası dönemin ihtiyaç duyduğu, bilgi çağına yaraşır kurum ve kuralların oluşturulmasına yardımcı olmak; yeni toplum modelleri yaratmak ve devletimize, karar vericilere, regülasyon koyuculara bu zorlu yolda omuz vermek için çalışmalarımıza başladık. Bu modelleri yaratacak girişimci gençleri yüreklendirmek, sektörlerde yaratıcı yıkım yaratacak girişimleri hızlandırmak için ekosistem geliştirme çalışmalarına odaklandık.
Büyük resimde ne yapmaya çalışıyoruz? Yeni modeller kurarken, paradigmaları değiştirmeye gayret ediyoruz. Yeni çağın paradigmasını anlamak için eski çağın kurumlarına, ülkelerine bakıyoruz, neyi farklı yapmamız gerektiğini çıkarıyoruz. Daron Acemoğlu ‘’Why Nations Fail’’ kitabında diyor ki, ezici yönetime sahip ülkelerde inovasyon, yaratıcı fikirler kısıtlandığı için dünya teknolojik olarak ilerleyince bu ülkeler geride kalıyorlar. SSCB 1928–1960 arasında her yıl %6 büyüdükten sonra 80’lerde gözlerimizin önünde hızla çöktüğünde savaş, ağır endüstri ve spor haricinde içinin boş olduğunu gördük. Osmanlı’da 1800 yılında okuma yazma oranı %3 iken İngiltere’de erkekler arasında %60, kadınlarda ise %40. Osmanlı’da güç sahibi kişiler halk arasında fikirler hızlı bir şekilde dolaşırsa halkı kontrol etmek daha zor olur diye düşünmüşler. Günümüzün basın sansürü ise matbaa yerine internet yoluyla tezahür ediyor. Her ne kadar Çin bir başarı öyküsü yazmış olsa da, Acemoğlu kitapta Çin’in devlet şirketleri ve baskıcı rejim ile büyümesi orta gelirli bir ülke olunca iyice yavaşlayacak diyor. Çünkü:
- Şirketlerin yaratıcı yıkım(creative destruction) ile yenilenmeleri teşvik edilmiyor. Yaratıcılık bastırılıyor
- Hükümet destekli değilse fazla öne çıkan iş adamları engelleniyor
- Başarılı olurken devlet şirketleri ile rekabet etmek zorunda kalacak şirketlerin hiç şansı yok
- Bu gibi ülkelerde güç çok değerli olduğu için gücün paylaşımı kavgaları çıkması kaçınılmaz
Zaten Rusya, Çin veya Amerika değil, bizim rol modelimiz Güney Kore olmalı. Kısıtlı kaynaklarla başlayan, odaklanan, tarihine, kültürüne sahip çıkılan, bir o kadar da dünya vatandaşı olunan, global dönüşüme yerel gözlükle bakılıp uyarlama yapılan, yaratıcı fikirlerin, farklı seslerin kısıtlanmadığı, eğitimde çağdaşlaşmaya gidilen, merkezinde bilim ve teknoloji politikalarının olduğu yeni bir sanayileşme stratejisi ve tüm bunları kapsayan yeni bir kalkınma paradigması temel çıkış yolumuz. Ne yazık ki, ufukta yeni bir kalkınma paradigmasının yüksek teknolojilere dayalı öncülleri değil, giderek şişen bir hizmet sektörü, finanslaşan ve inşaatlaşan bir ekonominin yarattığı rantlar ve dışa bağımlılığı artmış, kırılgan bir ekonominin ayak sesleri duyuluyor. Tam da bu yüzden tüm geleneksel sektör temsilcilerimizin, eğitim sektörünün, kamunun şu aralar yaratıcı yıkıma kafa yorması gerekiyor. Yaratıcı yıkım kavramı, orjinalinde ekonomi sosyolojisindeki sıkça kullanılan kondratiev dalgalarını açıklamakta kullanılır. Buna göre kapitalist ekonomilerin büyüme dönemleri, belirli yapım ve yıkım dönemleridir. Endüstri devriminden bu yana, yaklaşık 50 yıllık dönemler halinde farklı dalgalar halinde yeni teknolojiler (teknoloji kültürleri) üretilmiş ve ekonomiye hakim olmuştur. Piyasanın teknolojiye doyması ile beraber, yeni bir dalga eski dalgayı kırarak yeni teknoloji modelleri oluşturmuştur. Mesela 1980’lerden beri gelişmiş ülkelerin yaşadığı dönem bilgi teknolojileri dönemidir. Japon üretim teknikleri (bkz: toyotization) bunun en büyük örneklerindendir. Şimdi yeni bir 50 yılın başlangıcındayız. Dünyanın gözlerinin üzerimizde olduğu stratejik bir noktadayız. Bu yüzden bu işlere kafa yormanın, yaratıcı yıkımı yeni bir Kurtuluş Savaşı başlatmak için kullanmanın, topyekün seferberliğin, Kuvayi Milliye ruhunun tam yeri, tam zamanı; sizler, bizler de bunu yapacak yegane kişileriz, başkası değil. Şimdi yapmazsak da başka bir şansımız daha olmayacak, olayın ehemmiyetine dikkat kesilelim. Teknolojiye yön veren, bilgi toplumuna dönüşmüş ülkeler üstel olarak büyüyor, diğerleri ise lineer. Şimdi treni kaçırırsak makas üstel olarak açılacak, tekrar yakalamak namümkün.
Peki bilim ve teknoloji politikalarının merkezde olduğu yeni bir sanayileşme stratejisi ne kadar yeterli? Aynı start up’larda OKR’lerinizi (Objectives & Key Results) belirlemek, çeyreklik, yıllık olarak büyük resimde nerede olacağınızı hedeflemek işin sadece başlangıcı ise, asıl olay aksiyon almak, icraat yapmak, hızlı yanılıp tekrar ayağa kalkmak, sonuca erdirmek, bir şeyi A noktasından B’ye götürebilmek. Aynı teknoloji start up’larının geleneksel şirketler gibi konfor alanında rahat bir iş yapmadığı gibi, şu an ülke olarak rahat, ferah bir dönemde değiliz. Dolayısı ile bizim normal şartlar altındaki gibi davranma lüksümüz yok, normal sorumluluklarımız yok ve bizden beklentiler averajın çok ötesinde. Anormal bir şeyler yapmadan, birilerini şaşırtmadan, kendi kurduğumuz hayallerden korkmadan, çok çalışmadan, bir şeyleri hack’lemeden ilerleyemeyiz. Bize dertli insanlar gerek, başkasının derdiyle dertlenen. İçten yanmalı olmak lazım, sabah uyandığımızda gözümüzü rahat açmak, işe koyulmak… Zor zamanlar güçlü insanları; güçlü insanlar iyi zamanları; iyi zamanlar zayıf insanları; zayıf insanlar da zor zamanları yaratıyor. Biz zor zamanlardan geçiyoruz ama bu zorluklar bizi güçlendirecek. Bizim oluşturmaya çalıştığımız kültür, hepimizin ulaşmaya çalıştığı yer için kendinden ödün vermesi, bu yolda gerekirse yıpranması, sınırlarını zorlaması… Bu zor bir olay ama zor olduğu için, başkası bu taşın altına elini sokamadığı için biz buradayız. Kolay olsa herkes yapardı. Başkası yok ne yazık ki, biz yapmazsak kimse yapmayacak, şimdi olmazsa asla olmayacak.
Bunun için problemleri sevmemiz, canımızı yakmamız, dayanıklılığımızı artırmamız gerekiyor. Çoğu başarılı insanin hikâyesi zorluklarla mücadeleye yönelik çeşitli anekdotlar içerir. Başarmanın belirli bir hedefe ulaşmak olduğunu kabul edersek ve bu süreçte de karşılaşılan zorlukları engel olarak tanımlarsak kişinin başarılı olabilmesi ancak bu engellere göğüs gerebilmesiyle mümkündür. Bunun da yegâne yolu kişinin dayanıklılığını artırmasıdır. Siz de düzenli ‘’antrenman’’ yaparak kişisel dayanıklılığınızı artırabilir, zorluklara karşı bakış açınızı değiştirebilir, sonuca ulaşma/başarma becerilerinizi iyileştirebilir ve bir süre sonrasında “başarma alışkanlığı” kazanabilirsiniz.
Bu mücadele ekseninde her şeye tek başına ve sıfırdan başlayan bir girişimcinin haftada 100 saat çalışması, ciddi miktarda uykusuz kalması, eline geçen irili ufaklı her türlü bütçeyi işine aktararak yediğinden, içtiğinden kesmesi tek çıkar yol gözüküyor. Tüm bu zorlu etaplarda da aile-arkadaş çevresinin ona başaramayacağını söylemesi durumunda bile girişimcinin mücadeleyi bırakmaması şart. Aynı Atatürk Samsun’a çıktığında İngiliz ve Fransız yayınların, dalga geçici ve küçümseyici sözlerle bu uğraşın nafile bir uğraş, bir grup çılgın Türk’ün ütopyası olduğunu yazması, halkın direncini kırmak adına kopyalarını dağıtması gibi. Ama bilmiyorlardı ki inanmış bir kalp çoğunluktur. Gandhi’nin söylediği gibi önce görmezden geldiler, sonra güldüler, sonra dövüştüler ve sonra Atatürk ve arkadaşları kazandı.
Hayalleriniz varsa bunlara kendi canınızı yakmadan ulaşamazsınız. Önce çok isteyeceksiniz, ardından her türlü baskıya tahammül edeceksiniz, sonra odağınızı kaybetmeyeceksiniz ve ardından doğru yöntemi bulana kadar denemeye devam edeceksiniz. Bazen yöntemi, bazen de projeyi değiştirmeniz gerekebilir ama bunu da ancak denemeye devam ederek tespit edebilirsiniz. Beden yıprandıkça, ruh olgunlaşır.
Bugün 19 Mayıs 2019. Özgür Türkiye’nin MVP (Minimum Viable Product) çalışmasının başlangıç gününün üzerinden tam 100 yıl geçmiş. Start up’a zamanında iyi başlamış olabiliriz, ama büyümemiz yavaşladı, metrikler iyi gitmiyor, paramız azaldı, ekipte motivasyon düşük. Yapmamız gereken silkelenmek, pivot etmek, kısıtlı eforumuz ve bütçemizle önemli olan, kuvvetli kaslarımızın olduğu işlere kafa yormak, inovasyon yapmak. Biyoteknoloji, bulut bilişim gibi tematik alanlara yatırım yapıp, bu dikeylerde fark yaratmak. Ve her şeyden öte çok çalışmak. Start up’larda gördük ki, teknoloji, para, iş modeli bir şekilde halloluyor. Aslolan inanç, sabretmek, dağılmamak, çok çalışmak, düştüğümüzde çok hızlı ayağa kalkıp devam edebilmek. Bu yüzdendir ki yeni bayramlar için bayramlarda çalışmamız lazım.
Aşağıdaki hatıra, Talip Apaydın’ın 1967 yılında yayınlanan “Karanlığın Kuvveti” isimli kitabından alınmıştır. (Köy Enstitüleri)
BAYRAMLARDA ÇALIŞIRIZ, BAYRAMLAR İÇİN
Kurban bayramı tam kışın ortasına rastlıyordu. O günler bir soğuktu, bir soğuktu… Kar, fırtına, tipi…
Eskişehir ortalarında papaz harmanı savruluyordu. Göz gözü görmüyordu dışarılarda. Sular donmuştu hep.
Seydi Suyu iri buz parçaları akıtıyordu.
Santral kanalı kapandığından, elektriklerimiz kaç gündür doğru dürüst yanmıyordu.
Akşam seminerlerinde kitap okuyamıyorduk, ders çalışamıyorduk. Lambalar ikide bir usulca sönüveriyordu. Dersliklerimizde pelerinlerimizle oturuyorduk da, gene de ısınamıyorduk.
Musluklarımızdan su akmıyordu. Ellerimizi yüzlerimizi yıkamak için dere kıyısına gidiyorduk. İçme suyumuz yoktu.
Üç gün bayram iznimiz vardı, ama bu soğukta nereye gidecektik?
Köyü yakın olanlar gitti ancak.
Bayram sabahı kampana çaldı. Dışarıda toplanılacak dediler.
Başımızı gözümüzü sararak, büzülerek çıktık.
Müdürümüz Rauf İnan merdivende bizi bekliyordu. Üstünde palto bile yoktu. Ellerini arkasına bağlamıştı. Boz urbaları içinde, yağsız çehresiyle bir heykel gibiydi. Savrulan karlardan gözlerini kırpıştırıyordu.
O halini görünce usulca pelerinlerimizin yakalarını indirdik. Ellerimizi cebimizden çıkardık.
“Arkadaşlar!” diye başladı. Bir canlıydı sesi, bir heybetliydi. Önce yılgınlık psikolojisinin zararlarını anlattı. Korkan insanın muhakkak yenileceğini ve korktuğuna uğrayacağını söyledi.
Bu hava soğuk evet, fakat siz isterseniz üşümezsiniz, dedi. Olduğumuz yerde birkaç kez sıçramamızı ve kuvvetli tepinmemizi istedi.
Dediğini yaptık. Birden ısınmıştık sanki. Hoşumuza gitmişti.
Bugün bayram, dedi. Şimdi birbirimizi tebrik edeceğiz. Sonra yapacağımız iki iş var: Ya tekrar içeri girip sıralara büzülmek, mıymıntı mıymıntı oturmak, bu üç günü böyle faydasız, hatta zararlı geçirmek, can sıkıntısından patlamak. Boşuna içlenmek. Üstelik üşümek.
Yahut da kazmayı, küreği alıp, santral kanalını temizlemeye gitmek.
Emin olun gidenler, kalanlar kadar üşümeyecektir. Çünkü, inanarak çalışan insan ne soğukta üşür, ne sıcakta yanar. O; yücelten, dirilten, kuvvetli kılan bir heyecan içinde her türlü güçlüğün üstüne çıkmıştır…
Onu hiçbir karşı kuvvet yolundan alıkoyamaz. Yeter ki bir insan yaptığı işin gereğine inansın.
-Ben şimdi kazmamı küreğimi alıp kanala gidiyorum, dedi. Çünkü kanal açılınca elektriklerimiz yanacak. Elektrik yanınca okulun işleri yoluna girecek. Kitap okuyabileceksiniz, ders çalışabileceksiniz. Sularınız akacak, yıkanabileceksiniz.
Size şunu söylüyorum, bizim asıl bayramımız, yurdumuz bu gerilikten, bu karanlıktan kurtulduğu gün başlayacaktır. Şimdilik bize düşen milletçe çalışmak, çok çalışmaktır. Parolamız şu olmalıdır: “Bayramlarda çalışırız, bayramlar için”.
Ben gidiyorum. Gelmek isteyenler gelsin.
Heyecanlanmıştık, üşümemiz geçmişti.
Hepimiz; “Geleceğiz!” diye bağırmıştık.
-Bayramda çalışırız bayramlar için!
-Bayramda çalışırız bayramlar için!
Altı yüz kişi böyle bağırdık. Sonra da kazma kürekleri koyduğumuz işliğe doğru bir koşuşma başladı.
İnsanların böyle canlanması, bir amaca doğru saldırması belki sadece savaşlarda görülür..
Santral havuzundan başlayarak onar metre arayla su kanalına dizildik.
Çıplak Hamidiye Ovası ayaz. Kırıkkız Dağı’ndan doğru zehir gibi bir rüzgar esiyor. Pelerinlerimizin etekleri uçuşuyor.
Kazmayı vurdukça yüzlerimize buz parçaları fırlıyor. Bazı yerlerde kar her yeri doldurmuş, kanal dümdüz olmuş. Nereyi kazacağız belli değil.
Müdürümüz, öğretmenlerimiz başımızda dört dönüyorlar. Bir o yana koşuyorlar, bir bu yana. Öyle çalışıyoruz ki, boyunlarımızdan buğu çıkıyor. Bazen adam boyunda buz parçalarını elleyip çıkarıyoruz kıyıya. Kimisi bağırıyor, kimisi kazmalara tempo tutuyor. Bir gürültü gidiyor kanal boyunca.
Yeşilyurt köylüleri evlerinin önüne çıkmış, bize bakıyorlar. Böyle çalışmamıza alışkınlar ama, bayram günü, bu soğukta nasıl donmadığımıza şaşıyorlar. Yeşilyurtlu arkadaşımız Azmi, -köyü yakın olduğu için izinli ya(!) – bize evlerden bazlama ekmek taşıyor.
Köylü ekmeğini özlemişiz, aramızda kapışıyoruz. Yukarılardan, aşağılardan ikide bir sesler yükseliyor:
-Bayramda çalışırız, bayramlar için!
Koca ova çınlıyor. Taa uzaktan Hamidiye’nin, Mesudiye’nin köpekleri ürüyorlar.
Bu kış günü böyle seslere anlam veremiyorlar herhalde. Ayaz ovanın ıssızlığı yırtılıyor.
O gün o kanalın yarı yerini açtık. Bir buçuk metre derinliğinde, uzun, derin bir çukur karları yara yara gitti. Ertesi gün taa bende kadar tamamladık.
Sonra merasimle suyu saldık.
Nazlı bir gelin getirir gibi önünden ardından yürüyerek, türküler marşlar söyleyerek getirdik ve geç zamanda, santral havuzuna döndük, sonra bir baktık, okulumuzun balkonuna çakılı “Ç. K. E.” yandı… (Çifteler Köyü Enstitüsü)
O zamanki sevincimizi nasıl anlatmalı? Üşümüş ellerimiz alkıştan ısındı. “Yaşa var ol” seslerimiz ufukları kapattı.
Dünyanın en içten gelen, en coşkun bayramı oldu belki. Hiç unutmam bir arkadaşımız kendi ellerini öpüyordu. “Aferin ulan eller, diyordu, bu elektriğin yanmasında senin de hissen var, yaşasın!”
Sevinçten gözlerimiz yaşarmıştı.
Müdürümüz bir tümseğe çıktı. Birkaç kelimeyle başarımızı tebrik etti. Her nokta koyuşta “sağool!” diye bağırıyorduk..
– Şimdi, dedi, depomuza su dolacak, banyoyu yakacağız. Yıkanın ve çalışıp başarmış insanların huzuru içinde uyuyun.
İşte gördünüz, inanarak çalışan yapar! Amacına ulaşır! Bu heyecanla çalışmaya devam edersek, biz Türkiye’yi de yükseltebiliriz!
– Yükselteceğiz! diye bağırdık.
-Bayramda çalışırız, bayramlar için!
-Bayramda çalışırız, bayramlar için!
İçeri girdik, musluklardan şarıl şarıl sular akıyordu.
Birbirimizi tebrik ediyorduk.
Unutulmaz bir bayramdı.”
Herkese açık çağrımızdır : Arkadaşlar, yeni modellere kafa yoran politikacılar, modern regülasyonları oluşturmaya çalışan bürokratlar, hukukçular, sosyologlar, girişimcilik ekosistemini geliştirmeye çalışanlar, sivil toplum gönüllüleri, teknoloji girişimcileri, fon yöneticileri, toplum bilimciler, kurum içi girişimciler, akademisyenler, sanatçılar olarak yıllar sonra birlikte toplanacağımız masalarda, birlikte başardığımız bir zaferi, Atatürk ve silah arkadaşları gibi birbirimize tüm detaylarıyla anlatabileceğimiz, bugünlerimizi hatırladıkça yaptığımız işlerden gurur duyacağımız, ortak zaferlerimizin ortak şereflerini paylaşacağımız günlerimiz olsun. Enseyi karartmayın, bu devran döner… 19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı’mız Kutlu Olsun!