Kamu

İngiltere’nin Avrupa ile derdi nedir? Avrupa’nın kendi ile derdi nedir?

Avrupa Birliği’nin, liberal dünyanın oluşturduğu en başarılı uluslar üstü örgütlenme olduğu söylenir. 2016 yılında 741,4 milyon insanın yaşadığı Avrupa Birliği’nin bu prestijli noktaya gelişi son derece yavaş ve meşakkatli olmuştur.

İlk başa dönmek gerekirse; Avrupa Birliği 1957’de 6 üyeli (Belçika, Fransa, Almanya, İtalya, Lüksemburg, Hollanda) ticaret odaklı küçük bir kulüp olarak kurulmuştur. O zamanlar şimdiki kadar sosyal olmayan birlik, üye başvurularını genellikle reddeder. Örneğin İngiltere ilk başvurusunu 1961’de yapar. De Gaulle’nin soğuk nevale Fransa’sı 1963’te İngiltere’nin başvurusunu veto eder. Ekonomik bunalımın göbeğindeki İngiltere tekrar başvurur; de Gaulle 1969’da tekrar reddeder. Velhasılıkelam, De Gaulle’nin 1970’te dünyamızdan ayrılmasıyla İngiltere 1973’te muradına erer; Danimarka ve İrlanda ile beraber Avrupa Birliği’ne kabul edilir.

Birliğin başından beri en büyük sorunları; yeni üyelerin adaptasyon süreçlerinin uzaması, ortak askeri politikaların belirlenememesi ve ekonomik çalışmalar üzerine fikir birliğinin oluşmamasıdır. Fakat birlik en ciddi sorununu, 1970’lerin başında Avrupa başkentlerinde kalkınma projelerinin seri bir şekilde ilerlemesi adına veri toplanmaya başlanmasıyla keşfeder. Avrupa Birliği’nin nüfusu Asya ülkelerine göre oldukça yaşlıdır ve fabrikalarda çalışacak işçi gücü son derece azdır. Halkı son derece eğitimlidir ama hızlı sanayileşmeyi sağlayacak bir işçi sınıfı yoktur.

Aslında bu sosyolojik durumun nedenleri Rönesans ve Aydınlanma zamanına kadar takip edilebilir. 17.yy’dan itibaren sanat ve bilim alanında büyük atılım gösteren kıta Avrupası, sanayi üretiminin büyük bir kısmını sömürgelerinde yapmaya ve iş gücü olarak da köleleri kullanmaya alışmıştır. 18.yy’ın sonlarına doğru şehirleşme akımıyla da Avrupa şehirlerinde yerli işçi sınıfı çalışmaya ve görünür olmaya başlamıştır. Dolayısıyla Avrupa son 400 senedir iş gücünün belli bir kısmını zaten ‘yabancılarla’ idame ettirmektedir.

1960’ların ortasında, ikinci dünya savaşının ekonomik zararlarını hızla gidermek isteyen Avrupa Birliği, kapılarını Asya ve Afrika’dan gelen misafir ‘yabancılara’ açarak sanayileşme hızını ve üretim gücünü arttırmayı hedefler. Göçmenler bir yandan Avrupa’da çalışma koşullarına alışmaya çalışırken bir yandan da kültürlerini yaşatmaya devam ederler.

Fakat Avrupalılara göre göçmenler ‘ilk başta planlandığı gibi’ sadece bedensel işlerde çalışmıyor, aynı zamanda eğitim seviyelerini arttırarak sınıf da atlıyorlardı. Böylece yerel Avrupalıların işlerine ‘gereksiz’ rekabet oluşturuyorlar ve iş piyasasını tepe taklak ediyorlardı. Kendini geliştirmeyen göçmenler ise ülkenin sosyal yardım politikalarını kullanarak çalışmadan, son derece verimsiz bir hayat yaşıyor ve ‘yapacak daha iyi bir şeyleri olmadığı için’ suça karışıyorlardı.

Bunun yanı sıra Avrupa Birliği giderek genişlemekte ve iş piyasası rekabeti de artmaktadır. Artık yerel Avrupalıların rakipleri sadece iyi eğitimli Pakistanlılar, Türkler ve Afrikalılar değil; aynı zamanda Avrupa’nın diğer şehirlerinde yaşama hayalleri olan birliğe yeni katılmış Romanyalı ve Bulgar kalifiye işçilerdir.

Avrupa Birliği, 2002 yılında toplumunun yapısını ve davranışlarını daha iyi anlamak için ilk kez Avrupa Sosyal Araştırması’nı yapar. Artık 15 üyeli ve dünyada sözü geçen bir kulüp olan Avrupa Birliği’nin çekim kuvveti artmış, dış politikadaki en büyük silahı ‘birliğe girebilme ihtimali’ olmuştur.

Yapılan Avrupa Sosyal Araştırması göçmen sorunun boyutlarını ilk kez dramatik bir şekilde gözler önüne serer.  Avrupalıların göçmenlerle ilgili büyük endişeleri vardır.  Güçlenmek ve prestij kazanmaktan memnun olsalar da birliğin kontrolsüz büyüdüğü kanısındadırlar. Suç oranlarının artmasından, işlerinin ellerinden alınmasından ve göçmenlerin sosyal yardım giderlerinin fazla olmasından şikayetçidirler.

2002 araştırmasının sonuçlarının üstüne bir de 2004 genişlemesi gelir. Bu kırılma noktasının sosyal etkileri Avrupa politikasını kökten değiştirir.  1999 yılında göreve gelen Putin ile Rusya tehlikesini doğu sınırında daha fazla hissetmeye başlayan Avrupa; Baltık ve Balkan ülkelerindeki mevcudiyetini güçlendirmek için Estonya, Litvanya, Letonya, Çek Cumhuriyeti, Polonya, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, Slovakya, Slovenya, Malta ve Macaristan’ı hep beraber aynı anda birliğe kabul eder.  Fakat Avrupa Birliği geçiş dönemini üye ülkeler için daha kolay hale getirebilmek için 10 yeni üyeye bir anda hareket özgürlüğü sağlamaz.

Bütün bu gelişmelerle eş zamanlı olarak, Bush’un yanında Irak Savaşı’na katılma kararı ile bütün halkının ve uluslararası kurumlarını nefretini toplayan İngiliz İşçi Partisi başkanı Tony Blair’in hümanist tarafına dikkat çekecek dramatik bir politikaya ihtiyacı vardır. Blair, genişlemenin gerçekleştiği 1 Mayıs 2004’ten kısa bir süre sonra Birleşik Krallık’ın yeni AB üyelerinin işçilerine ‘açık kapı politikası’ uygulayacağını gururla açıklar. 15 üye ülkeden sadece 3 tanesi (İngiltere, İrlanda ve İsveç) AB politikasından ayrı olarak yeni üyelere açık kapı politikası uygulamaya karar verir.

Burada ilginç olan, hiçbir kurucu üyenin açık kapı politikası uygulamaya yanaşmamasıdır. En son katılan Batı Avrupalı ülkeler, Doğu Avrupa halklarına hareket özgürlüğü verilmesine en fazla desteği vermiştir.

Lakin, bundan sonra İngiltere politikasında yaşananlar, kimsenin hayal edemeyeceği boyutlara ulaşır.  Avrupa’nın diğer ülkelerinden İngiltere’ye gelen kişi sayısı 2003 yılında 15 binken 2004’te 87 bine çıkar. Bu sayı 2006’da 104 bine ve 2007’de 127 bine sıçrar.

İngiliz toplumu bu göç dalgasının boyutları karşısında şaşkına düşer. Kısa bir süre içerisinde toplum nezdinde ve parlamentoda ‘Polonyalı tesisatçı’ (polish plummer) metaforları artar. Yükselişte olan İngiliz popülist parti UKIP (Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi), Doğu Avrupa’dan gelen ve daha ucuza çalışan işçilerin alt sınıf İngilizlerin işlerini ellerinden aldıklarını vurgulamaya başlar. UKIP’in 2006 – 2016 arası yaptığı siyaset bütün Avrupa’yı şok eder. Diplomasi becerileri ve ifade ustalığı ile bilinen İngiliz politikacıların içinden Avrupa’daki bütün ülkelere sokak diliyle nefret kusan UKIP’in sağ popülist başkanı Nigel Farage gibi bir karakter çıkar. Farage’in ilk büyük politik başarısı 2009 yılında gerçekleşen 7. Avrupa Parlamentosu seçimlerinde gelir. Farage ile UKIP, oyların %17’sini alarak İngiltere’ye düşen 72 sandalyenin 13’üne sağcı popülistleri oturtur.

İşçi Partisi’ni geride bırakan UKIP, David Cameron’un içi geçmiş liderliğinden sıkılan ve değişim isteyen Muhafazakâr Partililerin desteğini alır.

UKIP, 2012 İngiltere Yerel Seçimlerinde bir kez daha sıçrayış gösterir; oyunu %14’e çıkartır. Seçim araştırmaları yine UKIP’in en fazla Muhafazakâr Parti içindeki Avrupa karşıtları nezdinde popülaritesini yükselttiğini gösterir. Bu araştırmaları görmüş olacak ki, sıkıcılık ve düzgünlük emsali lider Cameron yüzyılın en kötü vaadi ile çıkagelir.

2014 Genel Seçimlerini ne pahasına olursa olsun kazanmak isteyen Cameron, seçilmesi durumunda İngiltere’nin AB üyeliğini 2017 yılına kadar referanduma götüreceğine milyonlar önünde söz verir.

Bu dönüm noktasından sonra olanlar, İngiltere’nin sevmediği aile ferdi ile tanışma hikayesi gibidir. 23 Haziran 2016’da gerçekleşen referandum öncesi ‘kalalım’ ve ‘çıkalım’cılar arasında bütün ülke değerlerini tartışmaya açan kavgalar meydana gelir. İngiltere sokaklarında bedavaya dağıtılan günlük gazete Evening Standard, göçmenlerin İngiltere’ye ne kadar çok zarar verdiği üzerine her gün 8-9 haber yayınlamaya başlar. Parlamentoda politikacılar İngiltere’nin eskiden ne kadar da kendi yağında kavrulup giden huzurlu bir ülke olduğu üzerine mağdur edebiyatı yapar. Farage, Brexit’in İngiltere’yi kurtarmak için son şans olduğunu fırsat bulduğu her ‘yaşlı katılımı yüksek’ etkinlikte bağırır.

Ve sonuç olarak Ingiltere, 24 Haziran 2016’da seçmeninin %51,8’inin ‘çıkalım’ dediği Avrupa’dan nasıl çıkabileceğini kös kös düşünmeye başlar. Seçimin kazananı Farage, 26 Haziran 2016 sabahı “politik kariyerinde nihai hedefine ulaştığı” gerekçesiyle istifa eder.

Londra’nın entelektüelleri “Bu bizim başımıza nasıl gelir anlamıyoruz” serzenişleri ile etkinlikler düzenlemeye devam ederken, kırsalda yaşayan İngilizler “bu da Londra’da küreselleşmeyi kendi ülkelerini korumaya tercih eden vatandaşlara oh olsun” diyerek kutlamalar yaparlar. Gerçek şudur ki, Londralılar ve gençlerin %60 civarı ‘kalalım’, yaşlılar ve kırsaldakilerin ise %55’inden fazlası ‘çıkalım’ demiştir. Yani hikaye yine aynıdır: en fazla 40 sene sonra dünyamızdan gidecek olan vatandaşlar gençlerin gelecek hayalleri kurduğu ülkenin nasıl bir yer olması gerektiğine karar vermiştir.

Sadede gelirsek, 2019 yılı Avrupa Birliği ve İngiltere için tarihindeki en önemli yıllardan biri olacak. Bu yıl içinde iki tane önemli tarih var. Birinci tarih 29 Mart 2019; başkan Theresa May’ın bu tarihe kadar ülkeyi AB’den nasıl çıkarmayı öngördüklerini özetleyen (parlamento onaylı) bir plana ihtiyacı var –ve bu plan henüz yok. Bir plan üzerinde çalışıldı ve 15 Ocak 2019’da Avam Kamarasında oylamaya açıldı, ama 202’ye karşı 435 oyla reddedildi; yani işler daha da karıştı. Şimdi bir B Planı üzerinde duruluyor. En kötü ihtimal ise İngiltere’nin 29 Mart’a kontrolsüz ve plansız bir şekilde girmesi çünkü 29 Mart’a ‘anlaşmasız Brexit’ ile girilirse, Theresa May’e şans veren sermaye sahipleri erken seçim düğmesine tez elden basabilir. Bu da son derece güçlü ve tutkulu bir muhalefet örneği ortaya koyan İşçi Parti Başkanı Jeremy Corbyn’in seçilmesinin önünü açabilir.

Tabii bir yandan bütün bu sorunsalın başı Blair gibi “Tekrar sandığa gidelim, Brexit olmasın!” diye çığıran işlevsiz politikacılar da yok değil. Ama İngilizlerin demokrasilerinin bel kemiği olarak gördükleri referandum sonuçlarını sorgulayan bir lidere katlanmaları pek mümkün değil. Dolayısıyla bu düşük bir ihtimal gibi gözüküyor.

2019 yılının ikinci önemli tarihi ise 23-26 Mayıs. Bu tarihte (hani şu Farage’in ilk kez gövde gösterisi yaptığı) Avrupa Parlamentosu seçimleri olacak. Bu seçimin sonuçları, AB’yi daha da büyük bir varoluşsal krize sokacağa benziyor. Guardian’ın başlattığı, 31 Avrupa ülkesinde popülizmin 1998’den beri yükselişini inceleyen ‘Yeni Popülizm’ araştırmasının ilk verilerine göre şu anda Avrupa’da dört kişiden biri popülist bir partiye oy veriyor.

Seçim öncesi halkı bilinçlendirmeyi amaçlayan bu araştırmaya göre 1998’de 12.5 milyon Avrupalı popülist bir bakan tarafından yönetilirken, şu anda bu sayı 170.2 milyonu buluyor. Bu sonuçlar, Avrupa Parlamentosu’nun 751 sandalyesinin çoğunun Mayıs’ta popülistler tarafından alınması ihtimalinin son derece yüksek olduğunu ortaya koyuyor.

Özetlemek gerekirse, 2019 Avrupa Parlamentosu Seçimleri liberal dünyanın mihenk taşı Avrupa Birliği’nin temel değerleriyle bağını daha da gevşeteceğe benziyor. Bu da tuhaf bir şekilde İngiltere’ye kaosu fırsata çevirebilmesi için yeni bir oyun alanı sağlıyor.

Başlangıç Noktası E-bülten

Merak etmeyin. Asla Spam yapmıyoruz.

İlginizi çekebilir
GirişimcilikKamu

Kamu, Destek Vereceği Girişimcilerin Kişilik Analizini Yapmalı

KamuYatırım

Kamu Hangi Girişimleri Desteklemeli?

GirişimcilikKamu

Scooter Paylaşım Girişimlerinin İş Modeli

COVID-19KamuSağlık

Temas Takip Uygulamaları ve Yönetişim Meselesi

Başlangıç Noktası E-bülten

Merak etmeyin. Asla Spam yapmıyoruz.