Küreselleşme, uluslararası ilişkilerin odağına ulusal kimlik yerine ekonomik etkileşimi koyan 1970’ler çıkışı bir düşünce biçimidir. Küreselleşme sürecinde devletin sosyal ve ekonomik işlevi azalır, ulusal piyasalar dünya ölçeğine büyür ve finansal çıkarlar her şeyin üstünde tutulur. Kapsayıcılık iddiasında olan küreselleşme düşüncesi, dünyadaki tüm toplumların iç içe geçerek daha olumlu bir yere doğru ilerlemekte olduğumuzu savunur. Uluslararası sermayenin hareketliliğinin artması, piyasaların birbirine açılması ve ticaretin serbestleşmesinin insanlığın refahını arttıracağı inancı üzerinden politika üretir. Küresel dünyada toplum hadiselerini artık siyaset ve ordu değil, ekonomi belirlemektedir.
1950’lerden bu yana dünya ticareti – kimin sayısal verilerini kullandığınıza bağlı olarak 12 ile 22 kat; dışa yatırım 1970’lerden bu yana 15 kat büyüdü. 1980-90’larda siyaset ve akademi alanlarında küreselleşme kaçınılmaz bir sonuç olarak kabul edilmeye başlandı. Ulus-devletlerin küresel piyasalara cevap verecek ekonomik güce artık sahip olmadıkları iddia edildi. “Küreselleşmenin Çöküşü: Dünyanın Yeniden Keşfi” kitabının Kanadalı yazarı John Ralston Saul’un da ortaya koyduğu gibi özelleştirmeyle sermayeyi devletin tekelinden çıkartma küresel dünya kurumlarının birincil hedefi oldu. Devletin görevi vatandaşlarına başını sokacağı bir çatı sağlamaya kadar indirgenir. Sonuç olarak küreselleşme düşünce biçiminin bel kemiğini para piyasaları ve bankalar oluşturur.
Eylül 2008’de Amerika Birleşik Devletleri’nin en büyük dördüncü yatırım bankası Lehman Brothers, New York Güney Bölümü İflas Mahkemesi’ne iflas dilekçesi verdi. Bankanın aktifleri 639 milyar dolar, borcu ise 613 milyar dolardı. Bu durum Amerika’da 1929’deki Büyük Buhran’dan sonraki en büyük ekonomik krize yol açtı. ABD’nin krizi dolaylı olarak Avrupa ve Japonya’ya likidite ve mortgage krizi olarak yansıdı. Amerikan ekonomisi 2008 yılında %6,4 küçüldü. Bu tarihindeki en büyük yıllık küçülmeydi.
Devletin bu krizi önceden bildiği herkes tarafından kabul edildi. Devletin konut kredisi veren kuruluşları, bankaların kötü giden durumunu bilmelerine rağmen toplumun düşük gelirli kesimlerine kredi vermeye devam etti. Üstelik neredeyse ‘içi boş’ olan bu kredilerin notlarını bilerek yüksek gösterdi. Böylece kredi kurumları konut kredisi alan ailelerin sayısı arttıkça, Konut Kredisine Dayalı Menkul Kıymetler’in getirisi hızla yükseliyor ve bankaların karı artıyordu.
Uzun lafın kısası, devlet düşük gelirlinin parasını bankaları korumak pahasına riske atmıştı. Devlet, alt sınıfın parasını değil üst sınıfın parasını korumuştu ve özel sektörün kötü gidişini örtbas etmek için vatandaşını kandırmıştı.
Burada bahsettiğimiz devlet, liberal dünyanın lideri Amerika olduğu için, bu krizin sonuçları çoğu toplumun hem tarihinde hem de algısında önemli bir yer etti. Devletlerin güvenilmemesi gereken maşa kurumlar olduğu düşüncesi daha da derinleşti. Bir de bunun üzerine ‘iyi bildiğimiz’ Demokratların krizin sorumlularının sosyal bir utanç yaşamaması adına önlemler alması, zaten temsiliyet umudunu kaybetmiş vatandaşları daha da yıldırdı.
2008 yılında dünya tüm çıplaklığı ile Amerika’nın nasıl üst sınıfına öncelik verdiğini bütün çirkinliğiyle izledi. Bu krizin çıkmasının ve milyonlarca insanın karşılıksız krediler sonucunda bütün hayat birikimlerini kaybetmelerinin sorumluları hiçbir sosyal linç yaşamadılar. Amerikalı politikacılar bunu tarihine “finansal kriz” olarak aldı ve finans piyasasındaki aktörlerin spekülasyon yaratarak vatandaşları dolandırdığını küçük harflerle söylemekle yetindi. 2008’de bankacılık sektörü dünyanın en gelişmiş ülkelerinde yarattığı katma değeri neredeyse sıfırladı.
2007’den itibaren Amerika’da finans kurumları çökerken, lüks hayatı daha görünür kılan mekanizmalar da ortaya çıkmaya başladı. İlk iPhone’un çıktığı 29 Haziran 2007 tarihinden itibaren bireylerin kendi hayatlarını yayınlamasının önü açıldı. 2010’un Kasım ayında Twitter’ın San Francisco’daki ilk ofisinde kurulan Instagram, sadece 1 ay içerisinde 1 milyon kullanıcıya ulaştı. Alamet-i farikası ‘istenilen her an hayattan kareler paylaşılabilen’ bir mecra olan Instagram, ‘hayat tarzı satan ilk sosyal mecra’ olarak tarihe geçti. Bu sosyal kırılmalarla küresel dünyanın varlıklı bireylerinin nasıl yaşadığı hiç olmadığı kadar görünür ve takip edilebilir oldu. Dünya üzerindeki eşitsizliklerin her an gözlemlenebilir olması 1990’lardan beri hafifleyen sınıfçı refleksleri tekrardan politikanın gündemine taşıdı. Çok geçmeden Instagram, siber zorbalık kavramını da hayatımıza soktu.
2008 yılında yaşanan bu travmadan sonra dünyanın zenginlerinin hayatlarını her gün gördüğümüz ekranlara taşıyan programların, uygulamaların ve fırsatların artması dünya genelindeki ‘eşitsizlik’ algısını iyice güçlendirdi. Bu bağlamda 2011’de New York’un Zuccotti Park’ında başlayan isyanlar ve 2018’de Fransa’da ortaya çıkan Sarı Yelekliler Hareketi, gelir dağılımı sorununu vücut bulduğu olaylar oldu. 2011’de Zuccotti Park’ta isyancılar nüfusun yüzde 1’inin zenginliğin yüzde 99’una sahip olmasına karşı çıkıyorlardı. Benzer doğrultuda 2018’de de Sarı Yelekliler Fransa’da akar yakıt fiyatlarının hep yükselmesine rağmen gelir vergisinin sabit kalmasına baş kaldırıyorlardı. İki hareket de lidersizdi ve sendika desteği ile yürüyordu.
Artık kimse parlamenter demokrasinin liberalleşmeyi, liberalleşmenin de refah getirdiğini rahat rahat söyleyememeye başladı. Sosyal bilim akademisinde 1970’lerden itibaren popülerleşen ‘liberal demokratik teori’, yani üçüncü dünya ülkelerine liberal politikalarla demokrasi götürülebileceği düşüncesi, tamamen çöktü. 1992’de Sovyet bloğunun dağılmasıyla ideolojik çatışmaların bittiğini ve ‘tarihin sonunun geldiğini’ savunan siyaset bilimci Francis Fukuyama teorisini 2007’de tekrardan düzenledi. Bu sefer artmakta olan yoksulluk açığına değiniyordu.
Hiçbir ulusun, başka bir ulus tarafından ‘geliştirilmeye’ çalışılmasının sağlıklı sonuçlar doğurmayacağını Irak, Afganistan, Ruanda, Zimbabve ve Venezuela örnekleri kanıtladı. Fırsat eşitsizliği ve batı medeniyetinin eksikleri yavaş yavaş ekonomistlerin de ilgisini çekmeye başladı.
Dünya Bankası’nın efsanevi başkanı Joseph Stiglitz, 2012 yılında yayınladığı ‘Eşitsizliğin Bedeli’ adlı kitabında liberal uluslararası kuruluşların yürüttüğü para politikalarının dünyadaki çoğu kişinin yararına olmadığını ve “kontrolsüz küreselleşen” devletlerin alt ve üst sınıfları arasında daha fazla gelir eşitsizliği olduğunu bütün çıplaklığıyla gözler önüne serdi. Stigliz, Japonya’nın en zengini ve en fakirinin arasındaki gelir eşitsizliğinin Amerika’dakilere oranla 200 kat daha az olduğunu gösterdi.
Bütün bunların üzerine Nisan 2016’da Washington merkezli bağımsız bir uluslararası ağ olan Uluslararası Araştırmacı Gazeteciler Konsorsiyumu (ICIJ), kimliği belirsiz biri tarafından kendine ulaştırılan Panama Papers’ı (Panama Belgeleri) kamuoyu ile paylaştı. Panama’da bulunan kıyı bankacılığı uzmanı hukuk firması Mossack Fonseca’nın 11.5 milyon belgesi bir günde kamuya açık hale geldi. 2,6 terabayt büyüklüğündeki dosyalar, açık ara dünyadaki en büyük vergi skandalını yarattı (Wikileaks 1.7GB, HSBC 2.2GB). Panama Belgeleri, İngiliz kraliyet ailesinin başı Kraliçe Elizabeth’ten U2’nun ‘çevreci’ solisti Bono’ya kadar bir sürü varlıklı bireyin daha az vergi ödemek için nasıl uluslararası jimnastikler yaptıklarını gözler önüne serdi. İşin enteresan tarafı, bu vergi manevralarının çoğu aslında son derece yasaldı. Sadece uluslararası elitin parayla para yaratmak için çeşitli stratejiler benimsediğini gösteriyordu. Bu durum halk nezdinde elitlerin profillerinin daha da düşmesine neden oldu. 1977’de kurulan ve dünyanın dördüncü büyük kıyı bankacılığı servisini veren Mossack Fonseca’nın internet sitesinde de denildiği gibi ‘hakkettiğiniz gibi bir varlık yönetimi’ sunan kurumlar zenginin hep zengin, güçlünün de hep güçlü kalmasını sağlıyordu. Üstelik ICIJ’in araştırmasına göre Mossack Fonseca 14 bin 86 müşterisinden yalnızca 204’ünün gerçek kimliklerini biliyordu. Bu, küresel sistemin koruduğu uluslararası elitin büyük çoğunluğunun kimliğinin değil kamu, çalıştıkları kurumlar tarafından dahi bilinmediği anlamına geliyordu.
‘Millet’, ‘halk’, ‘sessiz çoğunluk’, son 10 sene gerçekleşen bütün bu kırılma noktalarını 2016’da temize çekti. Amerika’yı küreselleşme karşıtı bir başkan yönetmeye başladı, AB’nin en büyük ekonomisi İngiltere küreselleşmeye karşı kendini korumak istediğini açık ve net bir şekilde açıkladı.
Öte yandan uluslararası gerilimin derinleşmesiyle şiddet olayları arttı. Kuzey Kore hidrojen bombası denedi. Beşşar Esad’ın gitmeyeceği anlaşıldı. Brüksel, İstanbul ve Paris’te art arda gerçekleşen bombalı saldırılarda devlet dışı terörist örgütlerin de devletler kadar yıkıcı olabilecekleri acı bir şekilde anlaşıldı. Çoğu ülkede devlet kadar güçlü örgütlere operasyonlar düzenlendi. 2016’da devletler bulundukları toprak ve yönettikleri uluslar üzerindeki hakimiyetlerini geri almak için agresif politikalar uygulamaya başladılar.
‘Homo Sapiens: İnsan Türünün Kısa Tarihi’ kitabı ile ilgi toplayan İsrailli tarihçi Yuval Noah Harari’nin The Economist’in 2019’da Dünya sayısında yer alan ‘Ulusalcılığın Ötesine Doğru’ adlı yazısında “liberal dünyanın hiçbir zaman 21.yy’ın başında olduğu kadar sağlıklı, barışçıl ve bereketli olmadığını” vurgular. Harari’ye göre bu zaman diliminde açlık obeziteden, salgınlar yaşlılıktan ve şiddet olayları kazalardan daha az insan öldürmüştür. Harari, daha önce dünyayı keskin çizgilerle bölmenin her zaman savaşla sonuçlandığını vurgular.
Elbette ihtiyacımız olan son şey, 19.yy ulusalcılığına ve kan bağı bazlı aidiyet duygularına geri dönmek. Ancak küreselleşmenin son 40 senede yarattığı şaperon kurumların üzerlerine düşen şeffaflığı, katılımcılığı ve hesap verilebilirliği arttırma görevlerini yerine getirmektense yakın temasta oldukları sermaye gruplarını korumayı tercih ettikleri bir gerçek. Bu nedenle de belki 1971’den beri Davos’ta düzenlenen Dünya Ekonomik Forumu’nun bu seneki “Küreselleşme 4.0: Dördüncü Sanayi Devrimi Zamanında Küresel Mimariyi Şekillendirme” konferansına net küresel zenginliğin %64’ünü (263 trilyon $) oluşturan G7 ülkelerinin liderlerinden yalnızca Almanya Başbakanı Merkel ve Japonya Başkanı Abe katıldı. Belki de katıl(a)mayan ülkelerin liderleri küreselleşmenin kurumlarını doğru yönetemediler, toplumlarının bütün kesimlerinin bu kuvvetten yararlanmalarını sağlayamadılar ve ekonomik bütünleşmenin kurallarını doğru tanımlayamadılar.
Küreselleşmeyle beraber paranın kazanıldığı kadar satın alınan, gücün de bilinenden çok görünenle ilgili olduğu anlaşıldı. Zenginin nasıl yaşadığı ve çoğu zaman ne kadar üret(e)mediği görüldü. Panama Belgeleri’nin kamuya açılması ve 2008’de yaşanan olaylar küreselleşmenin kırılma noktalarından sadece birkaçı. Lakin bütün bu kırılmalar, halk nezdinde ‘var olan düzenin’ bir şekilde değişmesi gerektiği düşüncesini geçerli kılmaya yetti. ‘sessiz çoğunluk’ ise, zenginlerle eşit olduğu yerlerde arz-ı endam etti; sokağa çıktı ve sandığa gitti.
Geldiğimiz noktada ne kadar siyasal, kültürel ve ekonomik küreselleşmenin bir takım olumsuz sonuçlarını yaşıyor olsak da ekolojik ve teknolojik küreselleşmenin hayatımıza kattıkları da yadsınamaz. Bu nedenle karşı konulmaz küreselleşme kuvvetini, yalnızca onun içinden çıkan ekoloji ve teknoloji pratiklerini doğru kullanarak insanlığın tamamına yarayacak bir düşünce biçimi haline getirebiliriz. Bu bağlamda da Başlangıç Noktası, elinin ulaştığı bu doğrultudaki bütün projelere yol arkadaşı olmakta büyük yarar olduğuna inanmaktadır.
Yazarın Notu: Bu yazıda ele alınan bütün siyasal olaylar son derece indirgemeci bir şekilde aktarılmıştır. Ancak ne yazık ki uluslararası ilişkiler dedikodudan hallice bir disiplindir. Hedefim uluslararası seviyede gerçekleşen ekonomik, kültürel ve siyasal hadiselerin neden sonuç ilişkilerini kurarak anlam yaratmaktır. Tabii ki de burada bahsi geçen siyasal olaylar sadece birkaç neden ile açıklanamaz. Hepsi son derece karmaşık ve köklü kavramlardır. Tanımlar ana argümana hizmet edecek şekilde tasarlanmıştır.