Giderek her şeyi bilen algoritmalarla etrafımızın sarılacağı bir dünyada, bilmemeyi seçmek lüksümüz var mı?
Ortaya çıkmış ki insanlara sorulduğu zaman başlarına gelecek iyi veya kötü, mutlu veya mutsuz olayları öğrenmemeyi seçiyor. Berlin duvarının yıkılmasından sonra, Doğu Almanya vatandaşlarına, zamanın pek korkulan komünist gizli istihbarat servisi Stasi’nin kendileri hakkında tuttuğu dosyaları okuma şansı verilmiş. Bugün hala dosyaların yalnızca %10’unun okunduğu biliniyor.
Merak üzerine tarih boyu epeyce düşünülmüş. Antik felsefede Platon’un bir diyaloğunda, Sokrates “tüm felsefe merak ile başlar” diyor. Daha sonra Aristoteles de Metafizik’in başında “Tüm insanlar doğaları gereği bilmeyi isterler, bilme arzusundadırlar”ı ekliyor. Ondan sonra Platon’un söylediğini tekrar ediyor ve bütün felsefe “merak” olarak çevirdiğimiz “thauma” ile başlamıştır diyor. Thomas Hobbes ise insanları diğer hayvanlardan ayıran iki özelliğin akıl ve merak olduğunu söylüyor. Hem düşünsenize, Adem ile Havva’nın başına gelenler! de meraklarının neticesi değil mi? Dilimize de yerleşmiş, merakın pek de hayırlı bir meziyet olmadığına çıkan birçok söylem mevcut. Merakı anladık da, sanki temel öğüt neyi bilmek isteyeceğimiz ile neyi bilmemeyi seçeceğimiz arasındaki dengeyi tutturmak. İşte kasıtlı bilgisizlik (willful ignorance) veya bilmemeyi tercih etmek burada devreye giriyor.
Biz bu dengeleri sağlamak için ağırlıkları doğru yerleştirmeye çalışaduralım, yapay zeka denilen bir teknoloji gelsin ve bu dengeleri topyekün altüst etsin; kasıtlı olarak bilgisiz kalma tercihlerimizi bizler için öngöremediğimiz bir geleceğe kadar son derece karışık hale getirsin. Sahi “bilmeme hakkı”mız neden bu denli az korunuyor? Bilme hakkının aksine, korunan kadarıyla bilmeme hakkı daha ziyade kişilik hakkının uzantısı olarak genetik bilgilerimiz ile özdeşleştiriliyor.
Yapay zeka için bilmeme hakkını düzenlemek ise bambaşka bir mesele. Yapay zeka oldukça geniş bir veri seti kullanıyor. Bu da bilmeme hakkı dahil tüm hakların regüle edilmesini daha da zorlaştırıyor. Psikolog Ralph Hertwig ve hukukçu Christoph Engel’in müşterek makalelerinde ele aldıkları, kasıtlı bilgisizliğin sebepleri ve bunların sınıflandırılması, yapay zeka ile de hayli ilintili olarak tespit ettikleri yöntemlere işaret ediyor.[1]
Makalede ele alınan nedenlerden belki de en önemlisi, tarafsızlık ve hakkaniyet. En basit tabiriyle, bilgi beraberinde önyargıyı getirebilir ve karar verme süreçlerini ve bunların tarafsızlığını tehlikeye düşürebilir. Yapay zekanın birçok önyargılı veri/bilgi üretmesi ve yine bu önyargılar ile karar alması riski ve bu neticelerin erişebileceği boyutlar düşünüldüğünde, bu konunun üzerinde epey kafa yormak gerektiği açıkça görülüyor. Yapay zekanın yaşam süremiz hakkında çalışılmış tahminlerde bulunması, sağlığımız ile ilgili tespit ve öngörülerin daha büyük otoritelerin veri setlerini beslemesi, ırk vesair bilgilerimizin kimi koşullarda lehte, bazen de aleyhte neticeler doğurması… Verinin çağın en kıymetli kaynağı olduğu konusunda mutabıkız; ancak kendimizi bildiğimizden beri bol keseden verilerimizi paylaşmakta bir beis görmediğimiz içindir ki şimdi de verilerimizin ilk ve gerçek sahiplerinin yine bizler olduğunu, verilerimizin parasal değerleri olduğunu unutmuş vaziyetteyiz.
Bunu sağlamak için Hertwig ve Engel’in bir önerisi var; makinaların erişeceği verilerin kontrolü ve sınırlandırılması. Örneğin yargısal kararların alınacağı hallerde, algoritmaların ırk, cinsiyet gibi belirleyici bilgilerden mahrum bırakılması. Ancak bu yöntemler de bilginin kısıtlanmasının masraflı ve teknik olarak zor olması gibi başkaca sorunları beraberlerinde getiriyor. Buna karşı, bilmeme hakkına ilişkin önerilen diğer çözüm ise verinin en başta toplanmasının önüne geçilmesi, ki bu da yine uygulaması epey dertli bir başka konu.
Benzer bir çaba ile Avrupa’da Genel Veri Koruma Regülasyonu (“GDPR”) ve Türkiye’de Kişisel Verilerin Korunması Kanunu (“KVKK”) uyarınca şirketler, müşterilerinin de rızasını almak kaydıyla ancak belirli hizmetler için, söz konusu faaliyetlerin gerektirdiği minimum kullanıcı verisini toplama ve muhafaza etme hakkına sahip. Ancak temin edilen / sunulan veri ile veriyi kullanan hizmet arasındaki ilintiye odaklanan regülasyonların endişelerimizi bertaraf etmeye yetmeyeceği ortada. Yapılan bir araştırma, MIT öğrencilerinin bir dilim pizza karşılığında arkadaşlarının e-posta bilgilerini paylaşmaya son derece açık olduğunu gösteriyor.[2] Sırf bu örnek bile ilave düzenlemelere veya kısıtlamalara olan ihtiyacı açıkça ortaya koyuyor. Algının değişmesini sağlayacak, veri sahipliği kavramının tam anlamıyla anlaşılmasına önayak olacak düzenlemelere ihtiyacımız var. Ve en nihayetinde bu düzenlemeleri yapacak olanlar da, hangi yapay zekanın erişimine hangi verilerin açılacağının kararını verecekler de ve bütün bunları konu özelinde değerlendirerek mübadeleler arası dengeleri tesis edecekler de yine bizleriz.
Yapay zeka konusunda, bilmeme hakkı ve kasıtlı bilgisizliğe ilave edebileceğimiz bir diğer başlık da bilmeme lüksü. Bir tarafta yapay zekanın sahip olacağı verinin ve bilginin sınırını nereye çizeceğimiz tartışmaları sürerken, yapay zekaya hepten teslim olmaya meyilli ve kişisel verileri olmasa da becerilerimizi, akılda tuttuğumuz, öğrendiğimiz bilgileri, yine bu sayede edindiğimiz yetileri bir çırpıda devretmeye hazır bir başka grup mevcut. Bu da bilmeme hakkımıza ilaveten bir başka soruyu daha tetikliyor: Peki ne kadar unutabiliriz?
Hafta sonu gezdiğimiz Mamut Art Project’te ismini anımsamadığım genç bir sanatçı, hatırında kaldığı kadarıyla anılarını resmetmiş; anıların fark edilmeden yaşanmış ömürlerimizde yaşanmışlığına sığındığımız anlar olduğunu düşündüğünü yazmıştı veya bu minvalde bir şeyler. Kanıma dokundu hayatların tesadüfen ve bu denli pasif yaşanması ihtimali; peşinen reddettim. Bildiklerimizin, öğrendiklerimizin, yaşanmışlıklarımızın katman katman bizi işlediğini düşündüğümden; katmanlardan bir veya birkaçına sığınmak yerine en tepelerine çıkıp oturmaktan yanayım. Velhasıl konumuza dönersek, yapay zekanın öğrenmesi ile aynı oranda unutmaya, unutma lüksüne ve pasifleşmeye alan mı açıyoruz? Unutma lüksümüz bizleri pasifleştirdiği kadar sıradanlaştırmıyor mu? Bilmediklerimizi, bilmemiz gerekmediği fikriyle makulleştiriyor muyuz?
Eskiden kağıt kalem ile cebir çözülürken, şimdi kimselerin buna vakit ayırası yok, zaten gerek de var mı? GPS yardımlarına öyle alıştık ki, kazara telefonumuzun şarjı bitse yaşadığımız şehirde kaybolacağız. İnsansız araçlar ile belki artık araba kullanmayı hatırlamamıza da ihtiyaç kalmayacak. Daha da ilkel bir örnek vereyim; otomatik imla kontrolleri, düzeltmeleri derken belki doğru düzgün yazmayı bile unutmayı makulleştireceğiz. Mutlaka burada da bir dengeyi tutturacağız, ancak sahi neleri unutmaya lüksümüz var?
Science (Bilim) dergisinin 2018 yılında yaptığı bir araştırmada[3], okulların yeni nesillere ne öğretmesi gerektiği sorulduğunda alınan cevap tahmin edeceğiniz gibi: Daha az bilgi ezberletilmesi ve yaratıcı arayışlara daha çok alan açılması gerektiği. İnternet giderek daha kapsayıcı, güçlü ve bilgili hale gelirken, bunca bilgiyi hatırlamaya çalışmak manalı mı? Elimizdeki telefonlardan, önümüzdeki bilgisayarlardan saniyeler içerisinde öğrenebileceğimiz bilgileri, eş zamanlı hafızalarımızda muhafaza etmek yükü fuzuli değil mi?
Bu yeni bilgi setleri üzerinden düşündüğümüzde belki yanıtlarımız felsefi bir tartışmaya alan açıyor. Ancak zaten çoğu şeyi çoktan unuttuk. İçinde yaşadığımız evleri inşa edebilmek, işin eğitimini almadan sahip olmadığımız bir yeti; yediğimiz yiyecekleri yetiştirmek, avlanmak da keza öyle. Artık bu bilgilere ihtiyaç duymuyoruz çünkü psikologların “geçişken bellek ağları” diye tanımladıkları sosyal ağların parçası bireyler olarak yaşamımızı sürdürüyoruz.[4] Çoğu şeyi tamamen unutmasak da toplumda bu bilgileri haiz başka bireylerin varlığını bilmek unutma lüksümüzü pekiştiriyor. İhtiyacımız olan bilgiyi kimden nasıl edineceğimizi bilmek bize yetiyor. İhtiyacımız olan bilgiye sahip olan diğer bireyler ise, “bellek ortakları” olarak nitelendiriliyor. Şimdi esas yenilik ise, yapay zeka gibi esaslı bellek ortaklarına sahip olacağımız gerçeği.
Yapay zekanın hafızamız ile ne raddede yer değiştireceği, yapay zekanın ne kadar bileceğine dair vereceğimiz kararlar, bilmeme hakkımız ve unutma lüksümüz; bunların her biri zaman içerisinde etik unsurları da gözeterek yön vermemiz gereken başlıklar. Bu dönüşüme şahit olurken kesin olan bir şey var: içinde yaşadığımız nesil, kuşkusuz bir sonra gelecek nesle tahminimizden çok yabancılaşacak; yaşanan hayatlar, bildiğimiz ve bilmemeyi seçtiklerimiz epeyce değişecek. Bunca hassas dengenin, sorgulanan değerlerin arasında bu dönüşümün en sağlıklı şekilde ilerlemesi ise, bireylerin öz-farkındalıkları ve kişisel verilerine sahip çıkmaları ile başlamak suretiyle kolektif bir eforu gerektiriyor. Özellikle yapay zeka; olay bazında, alan özelinde, kişilik hakları ve etik endişeler çerçevesinde, değerlendirilmesi, karara bağlanması, ülkelerin mevzuatsal sınırlarından kurtarılıp mümkün mertebe global dengelerin yakalanmasını gerektiren birçok tartışmayı başlattı, başlatıyor. Bize de bir tarafından tutup, efora dahil olmak kalıyor.
[1]http://www.spp1516.de/Publikationen/pdfs/Hertwig%20&%20Engel%202016_Homo%20Ignorans.pdf
[2] https://www.ftc.gov/system/files/documents/public_comments/2017/09/00010-141392.pdf
[3] https://science.sciencemag.org/content/360/6396/1409
[4] https://aeon.co/ideas/how-much-can-we-afford-to-forget-if-we-train-machines-to-remember