Önceki yazılarımda Amazon’daki yangınlardan söz ederken ağaçların ve ağaçlandırmanın öneminden de bahsetmiştim. Bölgeye özel ağaçlandırma projeleri karbon salınımını geriye çevirmekte ve iklim değişikliğiyle veya yeni terminolojiyle iklim acil durumuyla (climate emergency) savaşta ciddi katkılarda bulunuyor. Bu faydalar bölgedeki insanlara ormancılık ile ilgili iş yaratarak ekonomik destekten, bölgeden uzaklaşmış hayvan ekosisteminin ağaçlar ile birlikte geri kazandırılmasına, böylece sayısı azalmış hayvan popülasyonlarının artmasına kadar birçok etkiye sahip. Bu konuda Ecosia gibi aslında çok da eski ya da büyük olmayan fakat sosyal medyayı çok iyi kullanarak büyük bir fark yaratan kurumları daha çok desteklememiz gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bu sayede sadece farkındalık arttırılmıyor, bunun yanında hem kurumlar arası ve uluslararası işbirliği sağlanıyor hem de işinin ehli profesyonellerle çalışılarak bilinçsiz ağaçlandırmanın da önüne geçiliyor. 23 Ocak Perşembe günü sadece bir günde toplanan yardımlarla Avustralya’da yanan ağaçların yerine 26 binin üzerinde ağaç dikmek üzere yardım sağlandı. Ağaç sayısı yanan bölgeye nazaran çok az da olsa, dünyanın başka bir ucunda olan, nasıl yardım edebileceğimizi bilemediğimiz ve hepimizi etkileyecek sonuçlara sahip bir olay için dünyanın her yerinden yardım edebilmiş olduk.
Bütün bu pozitif etkilere rağmen, dünyanın hala artmakta olan popülasyonu bazı ağaçlandırma projelerini yaparken maalesef bizi düşünmeye zorluyor. Zira yanan ve zarar gören ormanlık alanların dışında, ağaçlandırılan her bölge aslında tarım ve hayvancılık için kullanılamayacak alanlara dönüşüyor. Bu, zaten yüksek olan popülasyona ek olarak gelecek için artan popülasyonun nasıl beslenebileceği hakkında haklı endişeler doğuruyor. Son yıllarda doğal kaynakların fazlaca kullanılarak suistimal edilmesi ve bunun yarattığı sosyal farkındalık çevreye duyarlı insanların kendi yaşam tarzlarında da değişiklik yapmalarına yol açtı. Örnek olarak, hayvancılığın tarımcılığa göre daha çok su ve yeşil alan kullandığı, daha çok karbon salınımına yol açtığı bilindiği için daha az hayvansal ürün tüketimiyle gelen vejetaryenlik ve veganlık bu sosyal farkındalığın doğurduğu sonuçlar. Şimdilik bu trendler daha çok özgür irade ve kişisel tutumlarla alakalı olsa da, eğer doğal kaynak kullanımı ve herkese yetecek kadar besin üretme problemini çözemezsek, gelecek nesillerin bu trendleri özgür iradeyle mi seçecekleri yoksa resmi düzenlemelerle zorla mı seçtirilecekleri eminim önümüzdeki on yıllarda tartışma konularından birisi olacaktır.
Gelecek yıllarda başımıza gelmesi mümkün beslenme problemini çözmek üzere bilimadamları ve ileri görüşlü yatırımcılar şimdiden çalışmaya başladı. Yeni yetiştirme yöntemleri genel olarak dikey tarım (vertical farming) olarak adlandırılıyor. Bunun sebebi ise ürünlerin geniş bir alana yayılmadan, üst üste duran raflarda kendi özel alanlarında seri şekilde yetiştirilmesi. En büyük avantaj ise toprağa bağımlı olunmadığı için şehirlerin içinde, özel olarak LED’lerle aydınlatılmış kullanılmayan depo, konteynerlerin içinde bile yapılabiliyor olması. Böylece ürün tüketimin en çok olduğu şehirlerde üretiliyor ve taşıma maliyetleri, karbon salınımı da önleniyor. Ayrıca yetiştirme kapalı alanlarda yapıldığı için ürünün kalitesi ve yetişmesi hava şartlarından bağımsız olarak gerçekleşiyor. Dikey tarım yöntemleri kendi içinde hidroponik (hydroponics) ve aeroponik (aeroponics) yetiştirme olarak ayrılıyor. Hidroponik sistemde toprak yerine bitkinin büyümesine olanak verecek özel mineral karışımları ve çeşitli hayvan dışkılarından elde edilmiş gübreler bitkinin köklerinin içinde bulunduğu suyun içine karıştırılıyor. Aeroponik sistemde ise su ve mineraller havada asılı duran köklere içinde küçük damlacıklar barındıran bir sis bulutu içinde veriliyor. Peki yarattığı fark ne kadar? Karşılaştırmalı olarak ortaya koymak istersek, geleneksel yöntemlerle 1 kilo domates için 400 litre su gerekirken, hidroponik yöntemle 70 litre, aeroponik sistemle ise sadece 20 litre su kullanarak aynı ürünü almak mümkün!
Bütün bu gelişmelerle birlikte yukarıda bahsettiğimiz gibi vejetaryen ve vegan beslenenler için alternatifler de çoğaltılmaya çalışılıyor. Buna örnek olarak ağızdaki hissi, kıvamı, tadı ve hatta piştikten sonraki görünümü bile gerçek hayvansal ete benzeyen fakat yüzde yüz bitkisel ürünlerden elde edilen hamburger köfteleri üretilmeye başlandı. Böylece aslında artık insanların beslenme alışkanlıklarını değiştirmeleri geleneksel lezzet ve tatları geride bırakmaları gerektiği anlamına gelmeyecek! Bu alternatifler hala biraz pahalı olsa da bazı ünlü fast-food şirketleri kazanacakları parayı ve özellikle de gelecekte hitap edecekleri büyük kitleyi düşünerek bu ürünleri yavaş yavaş menülerine katmaya başlıyorlar.
Araştırma geliştirme evresinden yeni çıkıp piyasaya son yıllarda giren bir ürün ise bize kabul edebileceğimiz besin kaynaklarının biraz ötesinde bir alternatif sunuyor. Fakat ürünün kaynağına geçmeden evvel, bu ürünün ne kadar çevreci olduğuna ve besin değerlerine bir bakalım. İddialara göre üretim süresince çok az su kullanıldığı, çok düşük seviyede sera gazı salındığı ve sıfır atık çıktığı söyleniyor. Ayrıca üretim yılın her ayında kolaylıkla yapılabiliyor ve çok az alana ihtiyaç duyduğu için yoğun bir şekilde üretilebiliyor. Besin değerleri ise %70’e varan protein içeriği, vücut için gerekli bütün protein yapı taşı amino asitler ve çok düşük kolesterol ve doymuş yağ oranı olarak öne çıkartılıyor. Şaşırtıcı olan ise yabancı marka bu ürün için helal izni bile almış! Ürün, çekirge proteini tozu adı altında satılıyor… Buna çok benzer başka bir ürün ise yine özel hijyenik besleme çiftliklerinde yetiştirilen, aynı tozun cırcırböceğinden üretilmiş olanı. Hatta özelliklerinde dana etinden iki kat fazla protein, süt kadar kalsiyum, somon balığı kadar B12 vitamini içerdiği yazılmış. İnanılmaz ama bu iki ürünü de üreten ve satan sadece bir şirket yok! Çeşitli ülkelerden şirketler bu işe çok ciddi şekilde yoğunlaşmış ve para ayırmış durumda. Bu paragraftan sonra hala okuyorsanız (teşekkürler!) size daha iyi bir alternatifim var.
Yine akıllarında sürdürülebilirlik ve popülasyonu beslemek olan bir başka şirket bize daha nötr bir besin kaynağı sunuyor. Üretim ise ne sebzelere dayalı ne de hayvanlara. Aşina olduğumuz fermantasyon yönteminden biraz değişik olan sistem bakterilere verilen tarımsal şekeri (karbon kaynağı) havadan elde edilen karbondioksit ile değiştiriyor. Böylece tarım ve tarım ürünlerinden tamamen bağımsız bir üretim şekli kurulmuş oluyor. Karbonun yanında suyun güneş enerjisiyle elektrolizinden üretilen hidrojen de bakterilerle aynı ortama verilerek besin kaynağı sentezleniyor. Ortaya çıkan ‘solein’ adı verilen ürünün besin değerleri de oldukça ilginç, %50 protein, %20-25 arası karbonhidrat ve %5-10 arasında yağ içeriyor. Yine geleneksel yöntemlerle karşılaştırmak gerekirse yapılan araştırmaya göre bir burger köftesi üretmek için altı metrekare alana ihtiyaç olduğu söyleniyor, tabii ki bu çoğu hayvanın otlaması için gerekli. Bir başka araştırma da bir hamburger üretmek için 3000 litre su kullanıldığını iddia ediyor, karbon salınımı ise çok yüksek. Solein üretimi ise 100 kat daha çevreci, vegan ve vejetaryenlerin bir numaralı seçeneği soya bitkisinden 10 kat daha çok protein üretiyor. Buna ek olarak havadan elimine edilen karbondioksit ile iklim acil durumuna yapılan katkı belki de paha biçilemez.
Şimdilik seçeneklerimiz bunlar olsa da umarım zamanla daha çok ve daha da yenebilir alternatiflerimiz olur. Ancak o zamana kadar, çevreciliğimizi başka şekillerde göstererek, bir hamburgeri kendimize çok görmemeliyiz derim.
Afiyet olsun!