Şehirler 6 bin yıl önce keşfedildiğinden beri müthiş bir hızla büyüyor. 6 milyon yıllık tarihinin büyük bir kısmını aileleri ve yakın çevreleriyle yalıtışmış coğrafyalarda geçiren insanların şehirleri üretim fazlalarını takas etmek için kurdukları biliniyor. Bu dönemde insanları bir araya getiren ibadet alanları kentlere yakın yerlerde inşa ediliyor. Antik çağda kentler, fazla ürünlerin satıldığı pazar yeri, varlıklı kesimin rantını yansıtan güç merkezi ve toplumsal sembollerin pekiştiği kutsal alanlar olarak işlev kazanıyor. İnsanlar arasında gelişen organik dayanışma ağları kent toplumsallığını yaratıyor.
19.YY öncesi nüfusu 1 milyonu geçen sadece iki kent bulunuyor. Elbette bir tanesi Sanayi Devrimi’nin beşiği Londra. Diğeriyse, MÖ 1.YY’dan MS 4.YY’a kadar 1 milyon insan barındıran Antik Dünya’nın başkenti Roma. Roma ve Londra’nın ortak özellikleri toplumsal yenilikleri, teknolojik atılımları ve erişimi yüksek coğrafi konumu başkent oldukları zamanlarda bünyelerinde birleştiriyor olmaları.
Öte yandan şehirler çoğu zaman doğrusal değil dairesel olarak ilerliyor. Örneğin İstanbul, 19.YY sonunda 1 milyon nüfusu bir yaratıcılık başkentiyken Birinci Dünya Savaşı ile büyük bir değişimden geçiyor. Zamanın yayınlarından anlaşılabileceği gibi savaş öncesi İstanbul çoğu Avrupalı entelektüeller için Paris’ten sonra ‘yaşama arzusu’ yaratan ikinci kent olarak algılanıyor. İstanbul’un nüfusu 1887’de 1 milyonu buluyor. İstanbul nüfusunun çeyreği 20. yüzyılın ilk senelerinde savaştan dolayı şehirden ayrılıyor. Şehirlerden ayrılanların çoğu Osmanlı aristokratları ve onların hizmetkarları. Bir de Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti Ankara olarak belirlenince, eğitimli-yönetici kesim de şehirden gidiyor. Böylece İstanbul Osmanlı’dan kalan rant sahipleri ve sanatçıların şehri olur. 1930’larda İstanbul’un nüfusu 700 bine düşüyor. 1950’lere kadar kent merkezi (Fatih, Beyoğlu, Şişli) dışındaki araziler tarım için kullanılıyor. Sadece tahıllar Balkanlardan getiriyor. İstanbul havzasının ürettiği diğer ürünler nüfusu doyurmaya yetiyor. İstanbul, 1960’larda birinci ve 1980’lerde ikinci iç göç dalgasını alır ve şehrin sosyolojisi, ekolojisi ve ekonomisi kökten değişiyor.
Dünyanın geneline bakıldığında, şehirlilerin ve kırsalda yaşayanların nüfusu 2007 yılında eşitlenir. İki alanda da yaklaşık 3,3 milyar insan yaşadığı kaydedilir. Günümüzdeyse dünyadaki insanların yarısından çoğu şehirlerde, büyük ekonomiler içinde küçük sorumluluklarla çalışmaktadır. Bu yeni sosyolojik düzlem, insanlığın çıkmazlarından biri olan özgürlük-güvenlik dengesine dair sorunları da beraberinde getirir. Dünyanın en yoğun nüfuslu ada ülkelerinden biri olan 6 milyonluk Singapur bu denge sorununu en belirgin şekilde gözler önüne seren yerlerden biridir. 1965’te Malezya’dan bağımsızlığını ilan ettiğinden beri vatandaşlarına kamusal alanda ve evlerindeki davranışlarıyla ilgili sert kurallar uygulayan Singapur’da, yere sakız atanlara hapis cezası, fazla sifon çekerek su israfı yapan vatandaşına para cezası ve kalabalık alanlarda insanların önünde yemek yiyenlere para cezası uygulanıyor. Bunun karşılığındaysa Singapur vatandaşlarına Birinci Dünya ülkelerinin yaşam, sağlık ve güvenlik standartlarını sağlayan sayılı Asya ülkesinden biridir.
Aile temelli toplumsal bağlar şehirlerde önem kaybederken, bireylerin yetişkin hayatlarında kurdukları ilişkilerin etkileri artar. Bu durum, şehirlileri kim oldukları, nasıl oldukları ve nereye gitmek istedikleri üzerine daha yoğun bir şekilde düşünmeye itmektedir. Şehirli insanı kırsaldakinden ayıran en önemli özellikler; gelecek tahayyülü yaparken bireyselliği toplumsallığın önüne, kendini sistemin içine, kazancını de geleceğin ekonomisinde iyi bir yere yerleştirmek için gündelik bir çaba göstermesi.
Yani şehirler; vatandaşlar ve devletlerin yaptıkları sembolik anlaşmalar üzerine kuruluyor. Şehirliler aslında kazanç, yaratıcılık ve yüksek hayat standardı adına birtakım şeylerden ödün veren insanlardan oluşuyor. Örneğin İstanbullular, Orta Doğu’daki en büyük market ekonomisinin başkentinden aktif olarak üretebilmek adına doğada geçirdikleri zamandan ve temiz havaya erişimlerinden ödün veriyorlar. Londralılarsa, Avrupa’nın inovasyon başkentinde yaşamak için dört mevsim yaşamaktan ve rahat harcama yapabilmekten ödün veriyorlar. Tüfek, Mikrop, Çelik’in yazarı Jared Diamond’un savunduğu gibi, yüzyıllardır insanların şehre taşınma kararının özünde, artıyı ve eksiyi tarttıkları ‘ödün verme’ düşünce sistemi yer alıyor.
2050 yılında gelindiğinde dünya nüfusunun %70’i şehirlerde yaşayacak. Bu da yaklaşık 6,7 milyar insana tekabül ediyor. İnternet çağının sosyal getirileri de düşünüldüğünde 2050’de çok farklı kent yaşamları göreceğimiz söylenebilir.
Geleceğin sürdürülebilir kent planlamalarında şu beş ilkenin kesinlikle yer alması bekleniyor:
- İnsanların birbirine gerçek mekanlardan daha çok sanal alemde bağlandığı günümüzde, bireylerin fiziksel olarak nerede oldukları daha az önem arz ediyor. Bu nedenle geleceğin şehirlilerinin daha fazla reel ekonomi ve ticaret odaklı çalışanlar olacağı düşünülüyor.
- Şehirlerin en büyük sorunlarından biri her zaman su kaynakları olmuştur. Akıllı şehirlerin atık suları gelecek 20 yılda daha etkili bir şekilde arıtılıp tekrar ve tekrar kullanılacak. Deniz kenarında bulunan kentler, deniz suyu arıtımı ile su ihtiyaçlarını gidermeye çalışacak.
- Gıdanın başka coğrafyalardan getirilmesi daha da maliyetli olacağa benziyor. Bu nedenle geleceğin sürdürülebilir şehirlerinden gıda ürünleri çevre bölgelerde yerel olarak üretilecek.
- Ulaşım giderek daha toplu hale gelecek. Taşıt ve karbon vergisi uygulanarak, Londra ve Singapur’daki gibi, şehirliler araba kullanmamaya teşvik edilecek.
- Giderek çok daha fazla kültürün bir arada yaşadığı, çok sesli, çok mutfaklı ve sosyolojik dokusu çeşitli şehirler olacak. Bu nedenle de insanların toplumları nasıl algıladığı değişecek; kan bağı aidiyetleri tekrardan düşünülürken kimlik sorunu önemini koruyacak.
Şehirlerin geleceğini herkes için yarar sağlayacak şekilde düzenlemek için hedefe odaklanan, çok paydaşlı ve uzun süreli projelere ihtiyaç duyuluyor. Şehirlerin nasıl yönetildiği, ülkelerin nasıl yönetildiğinden daha fazla insanların gündelik yaşamlarını etkiliyor. Belki de tam bu nedenle, tarihte kırılmalar, birçok kültür için sembolik anlamlar içeren şehirlerin el değiştirdiği zamanlarda yaşanıyor.