Teknolojiyi insanlığı ileriye taşıyan araçların tümü olarak tanımlayabiliriz. Dolayısıyla mekanik aletlerden bilgisayarlara, biyolojiden tıbba insanlığa faydası dokunan her alanı teknolojinin içerisine dahil edebiliriz. Teknolojik gelişimi ise bu araçlar ile yapılan iyileştirmeler ve verimlilik artışları olarak tanımlayabiliriz. İşte bu noktada işler ilginçleşiyor çünkü geliştirilen her teknoloji, bir sonraki teknolojinin gelişimini daha da hızlandırıyor. Yani teknolojik gelişimin hızı gün geçtikçe artıyor. Bu da yakın gelecekteki gelişmeleri tahmin edebilirken uzun vadede nereye varacağını üzerine kafa yormadan bulmanın zor olacağına işaret ediyor.
Bu yazıda önümüzdeki 10 yılda gerçekleşebilecek teknolojik gelişmelerle 2030’lara girerken nasıl bir dünyada olabileceğimizi paylaşmak istiyorum.
Bu yazıda en çok sözü geçecek teknoloji yapay zeka olacak. Sebebi de yapay zekanın birçok alanda gelişim hızını arttırması. Bunu 1900’lerin başındaki elektrikle kıyaslayabiliriz. O dönemde herhangi bir ürünü elektrikli yapmak emek ve zaman tasarrufu sağlayıp pazara büyük bir yenilik getiriyordu; elektrikli matkap, çamaşır makinesi veya elektrikli süpürgenin hayatımıza dahil olması gibi. Yapay zeka da bugün mevcut ürün ve servislere eklendiğinde yarattığı iyileşmelerle bir çok alanı değiştirmeye başladı bile.
Eğitim nasıl değişecek?
Başlamak istediğim yer eğitim. Öncelikle bizim bildiğimiz anlamda okullar değişikliğe uğrayacak çünkü çok verimsiz! Tüm öğrencilerin aynı eğitimi farklı öğretmenlerden aldığı ve konu üzerine çalışmak için eve gönderdiği bir sistem. Bunun yerine tüm öğrencilerin akşam evde en iyi öğretmenin veya bir “influencer”in anlattığı video dersi izleyip gündüz okulda yapay zeka destekli olarak konuya çalıştığı bir düzen hayal edin, işte buna tersine sınıf deniyor.
Yapay zeka her öğrenc,nin takıldığı yeri anlayıp ona özel sorular soruyor ve öğretmene, hangi öğrenciye hangi detayı anlatması gerektiği hakkında bilgi veriyor. Hatta buna ek olarak sanal gerçeklik teknolojisi kullanılarak evden sanal olarak okula gidilen bir gelecek de olası. Tersine sınıfın öncülü bir sistem Amerika’da Khan Akademi ile 5 yıldır uygulanıyor. Yapay zeka destekli okul sayısı da Çin de 1000’in üzerine çıktı bile.
Türkiye’de tersine sınıf sistemi için kapsamlı yerli içeriklerin gelişmesi 2025’i bulabilir ancak 2030’dan önce bu dönüşümün gerçekleşeceğini düşünüyorum. Yani benim 2 yaşındaki oğlum ilkokulu bu şekilde okuyabilir, hatta sanal gerçeklik (VR) yaygınlaşırsa Amerika veya Çin’de bu eğitimi veren bir okul bünyesinde uzaktan okuyabilir.
Hey Siri! Söylesene ben ne düşünüyorum?
Günlük teknoloji kullanımımızın kalbinde yer alan cep telefonları ve onların içerisindeki dijital asistanlar da büyük bir değişime uğrayacak. Siri gibi dijital asistanlar hayatımızdaki olayları sürekli dinleyip dijital veri noktaları olarak sistemlerine eklemeye başladıkça yapay zeka bizim için özelleştirilmiş bilgileri sunacak ve bizim yerimize kararlar verip, alışveriş yapacak. Toplantı ve telefon görüşmelerimizi dinleyip derleyecek, programımızı ayarlayacak, bize özel yemek seçecek ve iş hayatında başarılı olmamız için bize sürekli koçluk yapacak.
Hatta Elon Musk’un yatırımcısı olduğu Neuralink gibi bilgisayar-beyin arayüzleri sayesinde yakın bir gelecekte istediğimiz şeyi söylemek yerine sadece düşünmemiz bile yeterli olabilir.
Amerika’da bilim adamları sinirlerden gelen elektrik akımını ve beyin dalgalarını inceleyip bunları çözümlemeye başladı bile. Aklından sayıları düşünen bir insan bu cihaza bağlandığında, cihaz deneğin düşündüğü sayıyı kabaca anlaşılabilir şekilde sesli konuşmaya dönüştürebiliyor. Hatta deneklere çeşitli resimler gösterildiğinde cihaz resmin tamamını olmasa da şekilleri kabaca tekrar yaratabiliyor. Bunların hepsi 2020’ye daha yeni girdiğimiz bu günlerde yapılmaya başlandı, o sebeple 2030 yılında rüyalarımızı kayıt edip sonra Instagram benzeri bir sosyal platformda paylaşmaya başlamamız olası.
Böyle bir gelecekte dijital kimliğimiz yani avatarımız en az fiziksel kimliğin kadar önemli hale gelecek. Dijital asistanımız aracılığıyla bağlandığımız yapay zekanın desteği ile daha karmaşık problemler üzerine çalışacağız ve bu sebeple kendimizi tanımlarken dijital kimliğimizin ağırlığı artacak. Sanal gerçeklik teknolojisi ile özellikle iş hayatında bire bir görüşmek yerine sanal dünyada buluşur hale geleceğiz. Kurumsal dünyada çalışan insanlar için 2030’da artık evden çalışmak veya herkesin evine yakın bir paylaşımlı ofisten çalışması bir standart olabilir. Bugün Amerikan işgücünün %52’si haftada en az bir gün evden çalışıyor. Bu geçişin hem şirketlerin maliyetlerini kısmada hem de çalışan tatminini artırmada olumlu çıktıları gözlemleniyor.
Dijital bilgilerimizi kim koruyacak?
Katlanarak artan kişisel dijital bilgilerimiz bilgi güvenliğinin de önemini artıracak. Hatta kilit nokta yeni teknolojileri geliştirmekten ziyade toplanan bilgileri güvende tutmak olacak çünkü teknolojik gelişim devam etse de insanların buna adapte olması için sisteme güvenmesi gerekli ve bunun önünde şu anda büyük bir engel var: kuantum bilgisayarlar. Google, 2019’un Kasım ayında kuantum üstünlüğüne ulaşıldığını duyurdu. Bu şu anlama geliyor: bir bilgisayarın 10.000 yılda yapamayacağı bir işlemi bir kuantum bilgisayar 10 dakikada yapabiliyor. Bunun sonucu da bırakın doğum tarihiniz olan şifreleri 72 haneli küçük harf büyük harf sayı ve sembolden oluşacak şifrelerin bile çok kısa sürede kırılabilecek olması.
İşte bu yüzden post kuantum bir güvenlik standardı oturtulması tüm bu teknolojik gelişimin yapı taşlarından birisi olacak, neyse ki bu alanda da çalışmalar başladı.
Bu geleceğe varana kadar daha çok insan yarattığı ve sahibi olduğu verilerin bilincine varacak ve bu verileri korumaya çalışacak. Hatta bu işi onlar için yapacak firmalar tutacaklar. Burası yeni girişimlerin doğacağı bir alan olacak. İşin içine yerel kanunlar da gireceği için burada yerli girişimlerin de şansı büyük.
Yapay zeka teknolojik gelişimi hızlandırsa da toplum olarak karşılaşacağımız en kritik durumlardan birisini yine yapay zeka yaratacak. O alan da otomasyon. Yapay zeka normal programlama ile otomatize edemediğimiz işleri otomatize etmemizi sağlayarak özellikle sermaye sahiplerine getiri sağlarken çalışan kesim için bir rakip haline gelecek.
İş gücümüzü robotlar değil, remote çalışanlar ele geçirecek!
Bu; politikacılar, bilim insanları ve fütüristler arasında gerçekleşen oldukça hararetli bir tartışmanın da konusu. Bir grup daha önceki teknoloji dönüşümlerinde olduğu gibi bazı işler yok olurken yenilerinin yaratılacağını düşünürken (at arabacısının, araba tamircisi veya şöför olması gibi) ikinci bir grup da kaybolan işlerin yerine gelecek olanların daha yüksek bilgi seviyesi gerektireceği yönünde. Yani depoda çalışan 10 kişinin yerini bu depoda çalışacak robotları programlayacak ve denetleyecek 2 kişinin alması gibi. Bunun en çarpıcı örneği marketlerdeki kasiyerliğin bitip yerini mağazadaki sensörleri ve cihazları programlayan yeni işlerin alması. Bu sebeple muhtemelen işsiz kalacak insanların önünde yeni iş kollarına girmek için bir eğitim bariyeri olacak. Bu insanların şimdiden yeni teknolojiler üzerine eğitim almaları sadece Türkiye için değil tüm dünya için kritik çünkü işler teknolojikleştikçe lokasyondan bağımsız hale gelip, talebin bir kısmının yurtdışından karşılanma ihtimali artıyor. Türk bir çalışanın yerini uzaktan çalışan bir Hintlinin alması gibi.
Finlandiya örgün eğitimde olduğu gibi teknolojik okur yazarlıkta da listenin başında yer alıyor. Ülkede 2019 yalından itibaren bütün vatandaşlarına online olarak yapay zeka’ya giriş eğitimi sunuyor ve ülkenin %1’i bu giriş eğitimini geçtiğimiz yıl tamamladı. Bu eğitim bu yıldan itibaren tüm AB vatandaşlarına da sunulmaya başlandı.
Devletlerin yapacağı bütün eforlara rağmen muhtemelen birçok ülkede bu değişikliğe hazırlıksız kitleler doğacak. Bu kitleler para kazanamayıp, harcama yapamaz hale gelince hem ekonomiyi hem de sosyal düzeni sarsma riski doğurabilir. İşte bu yüzden Genel Gelir (universal income) gibi herkesin çalışmadan devletten bir baz maaş aldığı düzen veya buna benzer düzenler gündeme gelecek. Özellikle 2025 ve sonrasında politik düzeni etkileyecek ve seçimleri kazandıracak ana başlıklardan birisi bu olacak gibi duruyor. 2020 Amerikan seçimleri için bile aday adaylığından yakın zamanda çekilen Andew Yang bu düzeni önererek oy toplamaya çalışıyordu.
Ölümsüzlüğün kapısını çalıyor olabilir miyiz?
Sosyal güvence sistemini sarsabilecek bir diğer unsur da sağlık olacak. Sağlık alanındaki gelişmeler bireyler için olumlu olurken mevcut sağlık güvencesi sisteminin sürdürülebilirliği kalmayacak.
Sağlık alanındaki en temel gelişmelerden bir tanesi CRISPR. CRISPR, vücudun savunma sisteminden faydalanarak DNA’daki gen dizilimini değiştirebilen bir teknoloji. Gen değiştirme en basit haliyle hücredeki DNA zincirinin insan için problem yaratan kısmımın kesilip yerine problem yaratmayan dizilimin yerleştirilmesi işlemi, bir nevi debugging. Bu sayede kanser veya doğuştan olan hastalıklar gibi hastalıkların tedavisinde iyileşmeler yaşanacak. Çin’de bu alanın öncüsü bir doktor bir ay önce bu şekilde DNAsını değiştirdiği 2 bebeğin doğduğunu söyledi. Embriyo DNAsının düzenlenmesi henüz etik olarak kabul görmüş değilse de bu teknoloji ile tasarım bebekler doğmaya başladı bile.
Tıp sektöründe de yapay zekadan faydalanan bir alan var o da ilaç gelişimi. İlaç geliştirmek çok uzun yıllar süren bir işlem, bunun temel sebeplerinden birisi de insan vücudundaki veya bakterideki protein zincirlerinin şeklinin ve katlanmasını doğru şekilde ayarlanabilmesinin uzun zaman alması. Bunu şöyle düşünebiliriz; kullandığımız bir ilaç bakterinin protein zincirini doğru şekilde katlarsa üremesini durdurabilir ama katlayamazsa işe yaramaz. Protein katlanmasını anlama işlemi konusunda son iki yılda bu alanda yapay zekanın yardımıyla çok önemli gelişmeler oldu. Google’ın AlphaFold isimli yapay zekası çok kısa bir sürede bu katlanma biçimlerini bilinen tüm metotlardan daha iyi tahmin eder hale geldi, bu da önümüzdeki 10 yıl içinde daha efektif ilaçların daha hızlı şekilde piyasaya sürülmesi ve ilaç geliştirme maliyetlerinin düşmesi demek. Tamamen yapay zeka ile geliştirilmiş ilk ilaç bu ay içersinde Amerika’da klinik denemelere başladı. 10 yıl sonra eczanenizden sizin için kişiselleştirilmiş formülasyonu ilaçlar almanız olası.
Burada Escape Velocity yani kaçış hızı kavramından bahsetmem de doğru olur, kaçış hızı, her yıl insan ömrünü bir yıldan daha fazla uzatacak bir keşfin hayata geçirileceği dönemi ifade ediyor. Yani bu noktaya kadar gelip, kaza sonucu ölmezseniz ölümden kaçabileceğinizi anlatıyor.
Önümüzdeki 10 yıl içinde bu noktaya geleceğimizi düşünen fütüristler var. Özellikle yapay organ yapımımın gelişmesiyle bu vizyon gerçek olabilir. 2019’da bilim insanları insan akciğerinin fonksiyonel küçük bir kopyasını 3D printer ile üretmeyi başardılar ve yapay organlar 2030’da hayatın bir parçası olmaya aday.
Bu teknolojiler kullanılabilir olduğunda bile hangi fiyat seviyesinde sunulabileceği esas soru işareti olacak. Distopik filmlerdeki gibi ölümsüz bir elit tabaka ve fani insanlardan oluşan bir düzen imkansız durmuyor.
Ancak gelişimin en minimal olduğu düzeyde bile, ortalama insan ömründe iyileşme bekleniyor. Hatta 80li yaşların yeni 60lı yaşlar olması mottosu bugünlerde gündemde. Bu da benim 2 yaşındaki oğlumun 2100 yılını görmesi muhtemel demek.
İşte bu da bizi sağlık alanındaki gelişimin devletler için zorluk yaratacak tarafına getiriyor: Emeklilik. Mevcut emeklilik sistemlerinin artan ortalama ömür dolayısıyla şu anda bile sürdürülebilir finansal temelleri yok. Emeklilik yaşının sürekli artırılmaya çalışılması ve Paris’teki metroların 3 aydır çalışmamasının sebebi bu. Ortalama insan ömrünün daha da artması bu sistemleri ayakta tutmayı imkansıza yakın hale gelecek.
Bu risk de finansal birikimini emeklilik veya BES sistemi dışında otomatik şekilde yönetmek isteyecek insanların artmasına sebep olacak. Fintech girişimleri için burada güzel bir potansiyel mevcut.
Devletler ve sigorta şirketleri de tedavi maliyetlerini düşürmenin yollarına bakacak. Bu kapsamda Çin’de uygulanmaya başlanan robot doktor uygulamasının diğer ülkelere de yayılması kaçınılmaz duruyor. Sigorta şirketleri de erken teşhis ve koruyucu tıbbi ön plana çıkaran teknolojileri teşvik edecek. Bu alanda 2030’da görmemiz muhtemel ürünlerden birisi de akıllı klozet. Bu tuvalet içindeki sensörler ile kullanıcının mikrobiomunu inceleyip sağlık durumundaki değişimi algılayıp anında bilgi verecek. En küçük hastalığı veya vitamin eksikliğini ilk anda söyleyip önleyici ve koruyucu tıbbın ilk halkası haline gelecek. Bu sayede tedaviler ve hastalıktan korunmak kolaylaşacak. Sigorta şirketleri bu tip ürünleri kullanan sigortalılara indirim uygulayarak teşvik edebilir. Şu anda akıllı saat kullananlara indirim veren sigorta şirketleri var. Burada da bireysel sağlık verisi toplayacak ve bunu erken teşhis için kullanabilecek girişimler için bir fırsat bulunuyor.
Karbon ayak izimizi kontrol altına almalıyız…
İnsan sağlığı iyileşiyor olsa da geçtiğimiz yüzyıl içerisinde dünyamızın sağlığını kötüleşirdik ve bugün doğaya yaydığımız devasa karbon salınımı sebebiyle dünyanın ısınmasına sebep olurken büyük çaplı felaketlere davetiye çıkartıyoruz. Eğer karbon salınımımızı ciddi bir şekilde düşüremezsek dünyayı bu jenerasyon olarak geri dönülemez biçimde yok oluşa sürüklememiz olası.
Burada kritik bir sayı var 1,5 C. Bu sayı dünyanın ortalama sıcaklığını endüstri öncesi döneme göre ne kadar artırabileceğimizi anlatıyor. Bu sayı da uzmanların geri dönülemez dedikleri nokta. Şu anda 1 C seviyesindeyiz ve şu anki artan emisyon seviyelerimizle önümüzdeki 20 yıl içinde geri dönülemez noktaya gelmemiz oldukça muhtemel. Ancak problem şu; bugünkü 1 C seviyesinde bile dünyadaki gelmiş geçmiş en büyük doğal felaketleri yaşıyoruz. Avustralya’da bir aydan uzun süren yangınlar, sel felaketleri, sayısı gün geçtikçe artan kasırgalar ve kuraklık bunun en kritik örnekleri. Bırakın 1,5 C seviyesine çıkmayı bu seviyede kalsak bile başa çıkmamız gerekecek doğal afetler bile göz korkutucu. İşte bu yüzden hükümetler karbon salınımını kısıtlamada rol oynayacak. Tam da bu sebepten gelecek jenerasyonlar Trump veÇin lideri Cinping’i dünyayı öldürmekle suçlayabilir.
Devletler Paris Anlaşması ve Birleşmiş Milletler 2030 hedefleri gibi programlarla insanların daha sürdürülebilir kaynaklara geçişi için teşvikler yaratacak. Bu teşvikler de sürdürülebilir teknolojilerin yaygınlaşmasına öncülük edecek. Muhtemelen 10 yıl içinde de bu gelişmeler teşvikler olmadan da finansal olarak en uygun çözüm haline gelecek.
Laboratuarda üretilmiş bifteğiniz nasıl pişsin? Az/orta/iyi? 🙂
Et endüstrisi için hayvanlara uygulanan zulmü bir kenara bıraktığımızda dahi, bu endüstrinin çevreye etkisi çok büyük. Dünyadaki karbon salınımının %13’ü bu hayvanlardan kaynaklanıyor. İşte bu sebeple et endüstrisi üzerine yıkıcı teknolojiler geliştiriliyor. Bunların ilki etsiz et. Yani sadece bitki bazlı proteinler kullanılarak yapılan ama et dokusunda ve tadında olan yiyecekler. Amerika’da Beyond Meat ve Impossible Burger bunların en popüler temsilcileri. Deneyenler bu hamburgerleri gerçek hamburgerden ayıramıyor. Bu tip ürünler McDonalds ve Burger King gibi zincirlerde denenmeye başladı bile. Önümüzdeki 3 yılda Türkiye’de fastfood tüketen nüfusun yarısından fazlasının bu tip ürünleri deneyeceğini düşünüyorum. Bunu laboratuvarda yetiştirilen et takip ediyor. Et için hayvan yetiştirmektense laboratuvar ortamında hayvan kas hücresini çoğaltarak biftek üretmekten bahsediyorum. Bunun denemeleri de çoktan başladı ve önümüzdeki 10 yıl içinde yaygınlaşması kaçınılmaz duruyor. Müslüman dünyanın Kurban Bayramı sebebiyle hayvan bazlı eti bırakması pek mümkün gözükmese de dünyanın geri kalanı için 2030’da hayvan bazlı et tüketmek havyar gibi bir lüks haline gelebilir.
Topraksız Tarım
Ve tarım. Tarımda teknoloji kullanımı ve verimlilik artışı bugünün bile konusu ancak bu hız bile artan dünya nüfusunu beslemek için yeterli değil. Verimliliğin ciddi ölçüde artması gerekecek bu da dikey tarımla yani topraksız tarımla olacak gibi duruyor. Topraksız tarımda bitkiler direkt olarak toprağa değil kendileri için gerekli vitamin ve gübrelerle bezenmiş plastik poşet içindeki toprağa konuluyor. Akıllı seralarda anlık takibi yapılan sensörlerle dolu bir alanda yetiştiriliyor. Yapay zeka bu sensörlerden gelen verilere göre hangi mahsûlün hangi gün toplanacağına karar veriyor. Bunun bugünkü en iyi örneği Hollanda. Konya’dan daha küçük bir alana sahip Hollanda, Türkiye’nin 5 katı kadar tarım ihracatı yapıyor ve Amerika’dan sonra dünyanın ikinci büyük tarım ihracatçısı. Yani bizim önümüzde de devasa bir potansiyel var.
Bu teknolojinin daha yaygın şekilde uygulanmasıyla hem Afrika gibi tarım kıt bölgelerde hızlı bir gelişmeye, açlığın ve çocuk ölümlerinin azalmasına olanak sağlayacaktır. Bu teknoloji aynı zamanda şehre göçün azalmasına da öncülük edebilir. Alın size girişimcilerin çalışabileceği bir alan daha.
Elveda benzin, merhaba elektrik!
Doğa ve emisyonlarda bir sonraki konu da elektrik çünkü karbon emisyonunun ana kalemlerinden birisi bu. Bu alandaki ana teknolojik gelişim güneş ve rüzgar enerjisi teknolojilerindeki verimlilik artışı. Önümüzdeki birkaç yılda bu teknolojilerin hiç bir devlet desteğine gerek duymaksızın kârlı olacağı öngörülüyor. Bu da orta vadede kömür gibi katı yakıtlı santrallerin azalması demek. Bir de henüz rüştünü ispatlayamamış ancak önümüzdeki yıllarda adını sıkça duymaya başlayacağımız nükleer teknolojiler var. Nükleer santrallerin karbon emisyonu sıfır ancak radyoaktif atık ve geçmiş facialar bu santrallerin önündeki en büyük bariyer. Bu teknolojilerden ilki molten tuzu santralleri. Microsoftun kurucusu Bill Gates’in de desteklediği bu teknoloji mevcut nükleer fisyon teknolojisini çok daha güvenli bir santral tasarımı ile güncelleyip riskleri minimize edilmiş bir nükleer santral yapmayı hedefliyor. Bu santral teknolojisinin geliştirilmesi neredeyse tamamlandı. İlk denemesinin Çin’de bu yıl inşasına başlanması planlanıyordu ancak Amerika-Çin ticaret savaşı dolayısıyla şimdilik askıya alınmış durumda. 2030’da muhtemelen elektrik üretmeye başlamış olur.
Esas teknolojik yenilik ise Nükleer füzyon yani atomu parçalamak yerine atomları birleştirme işi. Güneşteki nükleer reaksiyonun bir benzeri. Bu teknoloji radyoaktif olmayan atomlar içerdiği için kaynak ve atık konusunda füzyon teknolojisine göre çok daha güvenli. Ancak iki atomu bir araya getirecek güç yoğunluğunu elde etmek çok zor. Şu anda Amerikan, İngiliz ve Çin hükümetleri ile Avrupa Birliği’nin ayrı ayrı desteklediği birkaç girişim bu problemi çözmeye çalışıyor. Hepsi öngördükleri konseptin çalışabilirliğini test etmek için mikro santraller üretmeye çalışıyor ve kendi öngörüleri 2030’lara kadar konsepti teyit edip 2040’larda bu teknikle elektrik üretmek. Bu konu çözümlenebilirse dünyanın ihtiyacı olan tüm elektriği şimdikinden çok daha düşük maliyetle ve sıfır emisyonla üretmesi mümkün olabilir.
Elektrik üretiminin yanında depolama teknolojisi de her yıl gelişmeye devam ediyor. Bu sayede pil maliyetleri her yıl daha da aşağıya düşüyor. Bu da yenilenebilir enerjinin adaptasyonunu artırıyor ve özellikle ilerleyen yıllarda kırsal yapıya sahip ülkelerde sanayi üretiminin artmasını tetikleyecek. Bu yüzden off-grid teknolojiler üzerine çalışacak girişimlerin de önü açık.
Elektrik fiyatlarının ve batarya maliyetlerinin düşmesi en çok da araba endüstrisini etkiliyor.
Elektrikli araba adaptasyonu dünyada %0,5’in altında. Yani önümüzdeki on yılda gideceği çok yol var ve bu 10 yılda pazar payını ciddi oranda yükseltmesi hatta %50’nin üzerine çıkması da muhtemel. Biraz önce bahsettiğim maliyet düşüşleri elektrikli arabaların fiyatını daha da aşağı çekecek ve insanlar tamamen finansal sebeplerle elektrikli arabaya geçiş yapacak. Çünkü elektrikli arabaların kilometre başı maliyeti benzinli arabaların dörtte biri seviyesinde ve ilk alım maliyeti de düştüğünde pazarın büyük çoğunluğunun elektrikliye geçmesi finansal olarak en mantıklı seçenek olacak.
Ancak arabalardaki esas dönüşüm içten yanmalı-elektrikli ekseninden ziyade sürücülü- – otonom ekseninde olacak. Otonom araç teknolojisi de yapay zekanın ve sensörlerin desteğiyle hızlı bir gelişme içerisinde. Burada da piyasadaki en ileri çözüm Tesla’nın Autopilot özelliği ve Elon Musk 2021’de Tesla araçlara tam otonom sürüşün geleceğini açıkladı. 2030’da sürücülü arabalar halen kullanılacak olsa da özel şeritlerde giden şoförsüz taksi, tır ve otobüsler neredeyse kaçınılmaz. Otonom sürüş teknolojisi önümüzdeki 5 yıl içerisinde tam otonom yeterliliğe gelecek olsa da devletlerin sorumluluk ve sigorta gibi regülasyonları oturtmasının daha uzun süreceğini düşündüğüm için 2030’da hala sürücülü arabalar kalacağını düşünüyorum. McKinsey’in tahminlerine göre bu oran kırsal alanlarda daha fazla olurken şehir merkezlerinde daha düşük olacak. Şehirde kullanılan bir arabanın zamanın %95’inde park halinde olduğu ve park yerlerinin şehrin neredeyse %20-30’luk bir alanını işgal ettiği düşünülürse özellikle büyük şehirlerde araba almaktansa telefondan anında çağırabileceğiniz ucuz robotaksileri kullanmak daha mantıklı hale gelecek.
Peki uçan arabalar? Jetgillerdeki gibi herkesin uçan arabaya bindiği ve balkonuna park ettiği bir gelecek henüz yakın değil. Ancak uçan araba konusunda da gelişmeler var. Öncelikle uçan arabayı daha küçük ve pilotsuz bir helikopter olarak hayal eder ve bunların aynı minibüs durakları gibi iki durak arası seyahat edeceğini düşünürsek uçan araba devriminin yaklaştığını söyleyebiliriz. Dubai bu konsepti 2021’de hayata geçirmeyi planlıyor. 2030’a kadar Türkiye’de de faaliyete geçmesi oldukça muhtemel. Buradaki yeni helikopter teknolojisinin adına VTOL yani vertical take off and landing deniyor ve bu teknolojiyi geliştiren Amerikalı, Alman ve İsrailli şirketler çoktan milyarlarca dolar yatırım aldı. Uber ise helikopterler için minibüs durağı olarak bahsettğim Skyport’ları tasarlamaya başladı bile. İstikbal gerçekten de göklerde.
Toplanın Mars’a Gidiyoruz
Gökler demişken fezayı da unutmayalım. 1960’larda başlayan uzay macerasının önümüzdeki 10 yılda altın dönemini yaşayacak ve bundan birkaç yüzyıl sonra 1960ları mı yoksa 2020leri mi uzay çağının başlangıcı olarak değerlendirileceğini tartışan tarihçiler olabilir. Öyle ki yine Elon Musk’un öncülük ettiği özel uzay şirketleri dünya dışı insan varlığını artırmak için kolları sıvadı ve daha önce hiç yapılmamış işlere girişti. Elon Musk’un şirketi Space X Mars’a kargo götürecek ilk roketini 2022’de fırlatmayı planlıyor. Amazon’un CEO’su Jeff Bezos’un şirketi Blue Origin ise ayın çevresinde bir uzay ülkesi kurmanın planlarını yapıyor. SpaceX geçtiğimiz yıl uzaya 13 sefer yaptı ve bunların ikisini Falcon Heavy adında dünyanın şimdiye kadarki en büyük roketi ile yaptı. NASA ayın çevresine bir uydu gönderip aya ve Mars’a yapacağı seferleri buradan desteklemeyi ve bu uydunun inşaatına da 2021’de başlamayı planlıyor. Aynı yıl ayın çevresinde insan dolaştırıp, aya indikten sonra da ilerleyen yıllarda gelişecek teknolojiyle Mars’a gitmeyi planlıyor. Hindistan ise geçtiğimiz yıl aya roket gönderdi ancak ay yüzeyine inişte başarısız oldu ve bu misyonu 2020’de tekrar deneyecekler. Esas önemli nokta ise başarısız olan misyonun sadece 141 milyon dolar tutmuş olması.
Buna ek olarak uydu boyutları ve maliyetleri de son yıllarda oldukça düştü. Bugün kabaca 100.000 dolara uzaya kendi küçük uydunuzu gönderebiliyorsunuz. Bu teknolojik gelişmeyi kullanan SpaceX ve birkaç şirket dünyanın çevresine uydulardan bir ağ kurup tüm dünyaya kablosuz internet vermeyi planlıyor. SpaceX bu kapsamda 300 uyduyu uzaya yerleştirdi bile. 2030’da sahra çölünü ortasından internete bağlanabilme ihtimali çok iyi değil mi? İşte bu sebeple 2020’ler uzay anlamında çok ilgi çekici geçecek.
Evladım bak bir zamanlar bu kağıttan paraları kullanırdık…
Son olarak paraya gelelim, bitcoin gibi blokzinciri tabanlı paralar bankaları aradan çıkartıp gizli işlemlere izin verdiği için yeni bir bankacılık düzenini gündeme getirdi. Blokzinciri yüzünden paranın takip edilebilirliğini kaybetmek istemeyen ve yeni teknolojinin diğer avantajlarından faydalanmak isteyen ülkeler kendi dijital para birimlerini geliştirmeye koyuldu. Çin bunların başında geliyor ve Türkiye’de bu konuda araştırmalara başladı. Bu trend, ticaretin dijitale kayması ve kredi kartlarınının artmasıyla birleşince 2030’da fiziksel paralar ortadan kalkması olası ve bu dönüşüm çoktan başladı. Bu aydan itibaren New York şehrinde 25 doların üzerindeki tüm işlemlerin nakit kullanılmadan yapılması zorunlu hale geldi. Danimarka’da dijital ödeme oranı %80’e ulaştı ve Hindistan bir gecede kağıt paraların büyük bir kısmını tedavülden kaldırdı.
Bahsettiğim tüm bu gelişmeler toplumları makro düzeyde nasıl etkileyeceğinden bahsedecek olursak:
- Açlık sınırının altındaki kişi sayısı azalacak ancak artan nüfusun etkisiyle bitmeyecek
- Özellikle Afrika’da, Çin ve Hindistan’da alt sınıflar zenginleşecek ve dünya genelinde orta sınıfta büyüme gerçekleşecek
- Çinin tüm bu teknolojileri çok hızlı entegre edebilmesi dolayısıyla 2030’da Amerikadan daha güçlü konuma gelmesi muhtemel
2030’da bizi bekleyen dünya ile ilgili benim görüşlerim böyle. Bu gelişmeleri bilmek ön saflarında yer almak için gerekli ancak yeterli değil. Bu teknolojiler için kendimizi geliştirmemiz ve hazırlamamız gerekecek. Özellikle de çocuklarımızı bunlara hazırlamak gerekecek.
gülerek okudum teşekkürler
Geleçeğin dünyası ınanılmaz sma grrcek .. geleçeğe ayak uydurmayan ülkeler maalesef bilim ve teknolojide geri kalacaklar.. makaleyi özenle okudum gerçekten inanılmaz.. ama gercek.. bilim , teknoloji ve gelecek dünya vizyonu.. teşekkür ediyorum..