Giriş: Genci yaşlısı, zengini fakiri, toplumun her kesiminden insanın gününün önemli bir kısmı sosyal medya üzerinde geçiyor. Söylemek ve paylaşmak istediğimiz şeyleri bu mecralardan iletiyoruz ya da okumak, dinlemek ya da öğrenmek istediğimiz (ya da istemediğimiz) şeyleri diğerlerinin paylaşımlarında bulmaya çalışıyoruz. Ve bütün bu iletişimler kelimenin tam anlamıyla herkese açık bir şekilde cereyan ediyor. Sosyal medya özünde, bugüne kadar karşılaşılmamış ölçekte bir fikir alışverişinin gerçekleştiği bir ‘kamusal alan’.
Kamusal alan tanımı: ‘Kamusal alan’ kavramı dijital çağ öncesinde de karşımıza çıkmaktadır ve fikir alışverişine olanak sağladığı için demokrasinin temel yapı taşlarından birini oluşturmaktadır. Antik Yunanın agoraları, Rönesans döneminin matbaaları, haberciliğin altın çağı olarak adlandırılan 40la – 80lerin görsel ve yazılı basını ‘kamusal alan’ kavramının örnekleridir. Bugün bunların yerini sosyal medya almıştır.
Kamusal alanlar ifade özgürlüğünün etkili bir şekilde kullanılması için vazgeçilmez bir unsurdur. Zira ifade özgürlüğü yalnızca fikirlerin beyan edilebilmesi anlamına gelmez; bu hak, sahip olunan fikirlerin diğer insanlara ulaştırılabilmesi ve diğer kişilerin fikirlerine ulaşabilme (sırasıyla right to be heard ve right to hear) hakkını da kapsamaktadır. Sosyal medyanın çalışma mantığı düşünüldüğünde, iyi bir şekilde idare edilirse, kullanıcılarının ifade özgürlüğünün bu üç unsurundan da etkili bir şekilde faydalanabilmesini sağlayacak bir mecradır.
Bir kamusal alan olarak sosyal medya: Ancak sosyal medyanın diğer kamusal alan örneklerinden temel bir farkı söz konusu; sosyal medya az sayıda büyük global şirketlerin elindedir – yani oligopole bir kamusal alandır. Bu husus kritik çünkü ifade özgürlüğü gibi temel bir hakkın en etkili şekilde kullanılabildiği bu mecralar, kendi ekonomik (ve zaman zaman da politik) ajandaları olan bir avuç Koliforniya’da kurulu şirketin elinde demektir. Ve bu şirketler iş modellerini herhangi bir şirket gibi kamu menfaatini gözetmeksizin formüle ederse, temel bir hak ve özgürlüğün kullanımı yara alır. Belki on sene öncesinde bu şirketlerden böylesi bir bilinç beklemek haksızlık olurdu ancak Google, Facebook veya Tencent gibi şirketlerin kullanıcı sayıları ve yıllık ciroları düşünüldüğünde artık kendilerini alelade bir şirket gibi düşünmeleri mümkün değil. Aynı basın-yayın şirketleri gibi toplumsal fonksiyonları gereği, henüz hukuken olmasa da, pratik anlamda ayrı bir statüleri var.
Öz-denetim veya kanuni denetim: Sosyal medya şirketleri de yavaş yavaş topluma karşı bazı sorumluluklarının doğduğunun farkına varmış durumdalar; Örneğin Twitter 6 aydan fazla inaktif olan hesapları temizleme projesini vefat etmiş kişilerin Tweetlerini saklama opsiyonu sunana kadar ertelediğini açıkladı; Facebook kendi içerik politikasına aykırı içeriklerin kaldırılması ve içeriklerin kaldırılmasına yönelik itirazların görüşüleceği bağımsız bir Gözetim Kurulu kuruyor – bunu adeta Facebook içeriklerine yönelik karar alan bir mahkeme olarak düşünebiliriz. Görüldüğü üzere bu şirketler salt ticari gayelerin toplumsal bilinçle bazı kararlar almaya başlamış durumdalar. Ancak bu kendi kendini düzenleyici (self-regulating) pratikler yeterli mi? Şahsi fikrim yeterli olmadığı yönünde çünkü risk altındaki hak ve değerler çok önemli ve demokratik toplum düzeninin özü ile doğrudan ilintili.
Sosyal medyanın hukuken düzenlenmesi: Şirketlerin kendi kendilerini düzenlemelerini bekleyemediğimiz noktada elimizdeki diğer opsiyon kamu gücünü yani hukuku kullanmak. Yale Üniversitesi profesörü Jack M. Balkin’in görüşü, sosyal medya şirketlerini düzenlemek için üç farklı hukuk dalının kullanılması gerektiği yönünde:
- Rekabet hukuku: Rekabet hukuku pazardaki rekabetin sağlıklı bir şekilde korunması ve bunun son tahlilde tüketicilerin yararına olacağı inancıyla oluşturulan bir hukuk dalıdır. Yukarıda belirtildiği gibi sosyal medya pazarı sayılı şirketin elinde olan konsantre bir pazardır. Bu durum tüketicilerin tercih özgürlüğünden mahrum olması ve rekabet yoksunluğu sebebiyle sektördeki inovasyonu aksatması nedenleriyle rekabet hukuku anlamında bir sorundur. Sosyal medyanın rekabet anlamındaki bir diğer sorunu, pazardaki oyuncuların pek çok farklı fonksiyonu aynı anda tek şirket çatısı altında yerine getirmesidir. Bunun en çarpıcı örneği Facebook. Facebook hem reklam, hem içerik, mesajlaşma gibi pek çok farklı fonksiyonu tek bir grup şirketi çatısı altında yerine getirmektedir; dolayısıyla bir pazardaki gücünü diğer pazarda da kullanabilir olduğundan bu pazardaki rekabeti daha doğmadan engelleyebilecek kuvvete sahiptir. Rekabet hukuku kurallarının sosyal medya şirketlerine etkili bir şekilde uygulanarak pazardaki konsantrasyonun engellenmesi ve farklı fonksiyonların tek bir şirket tarafından yerine getirilmesinin engellenmesi değerlendirilmelidir.
- Kişisel verilerin ve tüketicinin korunması hukuku: Kişisel verilerin korunması hukuku GDPR ve Kişisel Verilerin Korunması Kanunu’nun yürürlüğe girmesi ile birlikte kamuoyunda her geçen gün daha fazla yer tutmaya başladı. Şüphesiz kişisel verilerin korunması mevzuatının genel geçer kuralları sosyal medya şirketlerine uygulanmaya devam edecek – burada bahse konu düzenleme daha çok teknoloji şirketlerinin iş yapış kültürlerinin değişmesine odaklanmalıdır. Teknoloji şirketleri kullanıcılarını üzerlerinden para kazandıkları bir ‘emtia’dan öte, karşısında sorumluluklarının olduğu bir değer olarak görmelidir. Bu amaçla yapılan bir düzenlemenin neye benzeyeceği henüz belli değil ancak ticari bir kurumun toplumsal kaygılarla hareket etmesini şart koşacağından türünün ilk örneği olacağı tartışmasız.
- Aracı sorumlukları: Online platformların sorumluluk düzenindeki hukuki gelişmeleri önceki bir yazımızda inceledik. Balkin’in bu başlık hukuk alanındaki düzenlemeler için gösterdiği iki başlangıç noktası var: Öncelikle aracı sorumluluğunun içerik agnostik olmaması; başka bir ifadeyle özellikle bazı kategorideki zararlı içerikler için aracıların sorumluluk istisnasının kısıtlanması gerektiğini savunuyor. Örneğin rıza olmaksızın oluşturulan pornografik içerikler için aracıların aktif özen yükümlülüğü olması gerektiği veya bu kurumlar tarafından dağıtılan reklam içeriklerinden sorumlu tutulmaları gerektiğini düşünmektedir. Özellikle sosyal medya şirketlerinin politik reklamlar üzerinden para kazandığını da düşündüğümüzde bu yaklaşımda haklılık payının yüksek olduğunu anlayabiliyoruz.